Bazen düşünürüm, zaman mı akıp gider, yoksa biz mi akarız zamanın içinde diye.
Gün olur saatler geçmez gibidir, dakikalar asra vurur, gün olur akşam ne çabuk oluverdi deriz. Üç ay, kimimize göre kısa kimimize göre ne kadar uzun bir zaman dilimidir.
Her gece, belki onlarca kez karyolaya eğilerek yavrum acaba nefes alıyor mu diye kontrol eden bir anneye sormayın, üç ay kısa mı uzun mu diye.
Sabırla bakıyorum bebeklerime. Her gün emzirmenin dışında özel mamalarla takviye ederek besliyorum onları. Bir sefer emzirirsem, diğer sefer bu mamalardan sulu bir şekilde hazırlayıp biberonla veriyorum. Öyle minicikler ki, sanki hiç büyümeyecekler duygusuna kapılıyorum.
Oysa onlar, “her şeye ve herkese rağmen” diyerek dünyaya getirmeyi istediğim güzel ikizlerim, hızla gelişiyorlar. Üstelik çok adaletliler. Kız sol göğsümü, oğlan ise sağ göğsümü seçmiş durumda. Bazen denemek için kıza sağ göğsümü emzirtmeye uğraşıyoruz ama asla emmiyor. Solu ise iştahla emiyor. Aynı durum oğlum için de geçerli.
Ey büyük Allah’ım, bu küçücük et parçaları nasıl biliyorlar her zaman emdikleri göğsü, bu nasıl bir yön duygusu, bu nasıl bir hak hukuka uygunluk? Ne oğlan kızın emdiği memeyi emiyor, ne kız oğlanın emdiğini. Ne kadar şaşırtmaca yapmaya çalışsak da hüsrana uğrayan biz oluyoruz. Onlar asla şaşırmıyorlar.
İster inanın, ister inanmayın ama bu gerçek olayı yaşıyor ve biz şaşırıyoruz her seferinde.
Bebeklerimin kırkında evde mevlit okutuyoruz. Adet, gezmeye gitmekmiş ama bizim sokağa çıkacak halimiz yok. Gözümüz gibi koruyoruz onları. Sağ olsun, komşularımız geliyorlar bize.
Yirmi hanım sıra ile çocukları kucağına alıyor, dua edip diğerine veriyor. Bebeklerim elden ele gezme turunu bitiriyorlar. Hanımların gözü oğlanda. Kıza kimse prim vermiyor.
Sonradan, yani üzerinden aylar geçtikten sonra bana şunu itiraf etti komşularım.
O gün kızı her eline alan, bebeğin tüy gibi hafif ve cansız halini görüp, bu bebek ölür demiş içinden. Bana belli etmemişler ama bir yandan da acımışlar halime.
"Bu kız ölmedi ya" dediler aylar sonra, “Bu ölmediyse kimseninki ölmez.”
Kızım pelte halini koruyor, hani bir ipek kumaş elden bırakıldığında nasıl yumuşacık bir zarafetle yayılır ya bırakılan yere, işte kızım aynı öyle.
Bir şeyler yapmam lazım ama ne?
İnterneti taradım, ne bulduysam topladım bir dosyaya ama işe yarar bir şey yok.
Genelde Down Sendromu tarifi, detay bilgiler filan… Oysa ben, bana rehber olacak bir şeyler arıyorum. Kitap arıyorum yok, doktor zaten ölür demiş bir kere, sorsam da faydası yok. (Bugünün annelerinin benden çok daha şanslı olduklarını söylemeden geçmeyelim, şimdilerde bilgiye ve ilgililere ulaşmak çok daha kolaylaştı.Yirmi yıl önce işimiz çok daha zordu emin olun)
Bezini değiştirirken bacaklarını okşuyor, hafif hafif masaj yapıyorum. Ayaklarının altına elimi koyup hafifçe iteliyorum, cevap veriyor.
Çıkmayan canda ümit vardır derler ya hani, benimkisi o hesap…
Kızımın en ufak bir kımıltısında bile, canlanmış sayıyorum ve masajları sıklaştırıyorum. Eğer beslemesem, ilgilenmesem, aç kalsa, öylece, ağlamadan, yattığı yerde uyurken ölür.
O ölü gibi yatan bebek, usuldan usuldan canlanmaya başlıyor.
Annemle paylaştık zaten çocukları. Oğlan annemin, kız benim.
Sabahtan akşama dek oyuncak bebekle oynar gibi oynuyorum kızımla, seviyorum, okşuyorum, masaj yapıyorum ve en önemlisi sürekli konuşuyorum.
Kulağına hep aynı sözleri tekrarlıyorum
Evet, gerçekleşmeye başlıyor bu söz. Kızım yatakta yüzükoyun yatarken başını kaldırmaya başlıyor artık. Altını değiştirirken, küçük tekmeler atmaya da başladı.
Şimdi sıra, kucağımda tutarken hem başını dik tutabilmesinde, hem de ayaklarını bacaklarıma dayayabilmeyi başarmasında.
Oysa kucağıma alıp dik tuttum mu başını hemen omzuma deviriyor ve bacakları bez bebek bacağı gibi sallanıyor, cansız gibi.
Yatarken omuzlarına, ensesine masajlar yapıyorum. Kucağıma alınca başını omzuma koyup yatarken, sırtına ve özellikle ayaklarına, bacaklarına masaj yapıyorum.
Ayaklarının altına elimi koyup yukarı doğru ittiriyorum.
Basınca güç alacak bir şeyin olduğunu anlamasını ve itişime cevap olarak elime sıkıca basmasını istiyorum. Biliyorum yapacak.
Bir, üç, beş değil, binlerce kez masaj yapıyorum vücudunun her kasına.
Artık tüm kaslarını tanıyorum. O da benim ne istediğimi biliyor sanırım zira her kucağıma alışta beni mutlu edecek bir gelişme göstermeye başladı.
Sabır ile koruk helva olur derler… Oldu vallahi.
Kızımı koltuğa yüzü koyun bıraktığımda, başını kaldırıp bana bakıyor. Kucağıma aldığımda, başını hala omzuma koymakla birlikte ayakları ile karnıma, bacaklarıma minik tekmeler atmaya, ayak tabanına dayadığım elime sıkıca basmaya başladı artık.
Bu detayları özellikle yazmak istedim.
Doktor değilim, uzman değilim, sadece evladı için bir şeyler yapmaya çalışan bir anayım.
Savaşmayı seçen, güçlüklere rağmen topluma bir birey kazandırmaya çalışan bir ana.
Eğer yazdıklarım bir çocuğumuza yarayacaksa bunu kâr sayarım.
Üç ay dediğin ne ki su gibi geçti işte. (Bakmayın böyle yazdığıma, elbette su gibi akmadı.)
Şimdi kızımı Cerrahpaşa’ya götürüp kontrol ettirme zamanı.
Teyzesinin Almanya’dan getirdiği o şık pembe elbiseyi, babasının Arjantin’den getirdiği muhteşem beyaz ayakkabıları giydiriyorum.
Prensesim o doktorun karşısına çıkmaya hazır artık.