Güneşli bir Kasım günü. Saat akşam dört suları. Her kesimden toplamda yaklaşık 300 kişilik grup Taksim Tramvay Durağı’nda. “Toplu tecavüze toplu indirim”, “Tepkisizsen suçlusun!”, “Yargı nasıl bir organdır” ve “T.C.vüz Devleti istemiyoruz” dövizleri taşıyorlar. Dövizlere sık sık sloganlar da eşlik ediyor. “Yargı elini bedenimden çek!” “Yargı tecavüzü aklama!” İstiklal Caddesi’nde vatandaşlar da gruba katılıyor ve Tünel Meydanı’na ulaştıklarında sayıları bini buluyor. Yargıtay 14. Ceza Dairesinin, 13 yaşındaki N.Ç.’ye tecavüz edilmesiyle ilgili davada, yerel mahkemenin “N.Ç’nin sanıklarla rızasıyla birlikte olduğu” yönündeki kararını onaması kadına yönelik şiddeti ve kadın hakları konusunu bir kez daha gündeme getirdi. N.Ç.’yi sekiz yıl önce evlat edinen ve avukatlığını yapan Avukat Eren Keskin, Anne Boyutu editörlerinden Can Özelgün’ün erkek şiddeti ve Türk Ceza Kanunu’nda (TCK) yapılan değişikliklerle ilgili sorularını yanıtladı. Bazı bölümler.
ÖZELGÜN: Kadına yönelik şiddet konusunda TCK’da yapılan yeni düzenlemeler neler getiriyor?
KESKİN: 2005’te yapılan değişikliğe dek TCK’da “kadına yönelik şiddet”i belirleyen bölüm başlığı, “genel ahlak ve aileye karşı cürümler”di. Yani kadın, adeta aile ve namusun bir “unsuru” olarak değerlendiriliyordu. Eski yasada örneğin “tecavüz” suçunun bir tanımı yoktu. Yargıtay kararlarıyla bu tanım oluştu. Bu kararlara göre “tecavüz, erkek cinsel organının, kadın cinsel organına duhulü” diye tanımlanıyordu. Oysa kadınlar çok sayıda cisimle ve anal ve oral bölgelerden de tecavüze uğrayabiliyordu. Ancak bu fiillerin TCK’da bir karşılığı yoktu. “Cinsel taciz”se suç olarak bile tanımlanamıyordu! En önemlisi de bir cinayetin namus nedeniyle işlenmesi hâlinde, yasa için bu bir “ceza indirimi” nedeniydi. TCK’da kadın örgütlerinin çabalarıyla 2005’te bazı önemli değişikliklere imza atıldı. “Cinsel saldırı” bağımsız bir suç çeşidi hâline getirildi. Tecavüz suçunun tanımı genişletildi. Cinsel taciz bir suç tanımı olarak yasaya dâhil edildi. Bekâret kontrolü, belirli koşullara bağlandı. Namus cinayetlerinde, “namus gerekçesi”, indirim sebebi olmaktan çıkarıldı. Ama bu değişiklikler hâlâ uygulamada çok önemli gelişmeler yaratamadı. Hâlâ hâkim takdiri olarak cezai indirim uygulanabiliyor.
Peki, kadınlar son zamanlarda kazandıkları yasal hakların ne kadar farkında?
Kadınların yapılan “yasal değişiklikler”den kısmen de olsa çok haberdar oldukları söylenemez. Ama kadınların yasal değişiklikleri biliyor olmaları da sorunu çözmeye yetmiyor. Mesela eşinden şiddet gören bir kadın, yapması gerekenleri bilse de yapamıyor. Eşini şikâyet etmiyor. Zira şikâyet ettikten sonra gideceği yer yine eşinin evi. Şiddete uğrayan kadınlar açısından en önemli sorun, barınacak yer ve maddi yönden “kendi kaderini” elinde tutamama hâli. Zaten bu nedenle kadına yönelik şiddet, “politik bir sorun” diyoruz. Kadına yönelik şiddet meselesini, “demokratikleşme ve sivilleşme”den ayrı ele almayız. Türkiye Cumhuriyeti başbakanı kadınlara üç çocuk yapmasını öneriyor. Bu kadının sadece “bir üreme aracı” olarak görüldüğünü gösterir. “Feodal bir bakış açısı” ve kadının bedenine müdahale.
Erkek şiddetine maruz kalan bir kadın ne yapmalı?
Mümkünse hemen bir avukata veya hekime başvurmalı. Tecavüz suçu söz konusuysa ve kadın bakireyse, fiziksel raporun ilk yedi ila 10 günde alınması gerek. Kadın bakire değilse, hiç yıkanmadan derhal bir hekime başvurmalı. Vücutta kalmış, kıl, tırnak ve benzeri bulgular delil niteliğinde. Koruma altına alınmalı. Fiziksel rapor için süre gecikse bile, kadınlar ümitsizliğe kapılmamalı. Zira şiddetin, “psikolojik bir raporla” da ispatı mümkün. Delilleriyle birlikte derhal savcılığa suç duyurusunda bulunulmalı.
Kadına şiddet konusunda sağlık çalışanları, emniyet görevlileri ve hukukçular sorumluluklarını ne ölçüde yerine getiriyor?
Kadına yönelik şiddet kapsamında, sağlık çalışanları, asker ve polis ve mahkemeler açısından çok önemli sorunlar yaşanıyor. Aslında bunun nedeni, erkek egemen, militer ve feodal değer yargılarıyla biçimlenmiş olmaları. Konunun sağlık boyutuna gelirsek… Örneğin, gözaltındaki bir kadının muayene sırasında mutlaka doktorla yalnız olması gerek. Yani kadının yanında ne polis ne de asker olmalı. Ancak gelen başvurulardan anladığımız kadarıyla bu durum hâlâ bir sorun. Böyle durumlarda, muayene sırasında asker veya polisi dışarıya çıkarmayan hekimlerin, tabip odalarına şikâyet edilmesi gerek.
Adli Tıp’a gelirsek…
“Adli Tıp” konusu, en önemli sorunlardan. Türkiye’de “işkence ve cinsel işkence”nin belgelenmesinde “resmi bilirkişilik” kurumu olan Adli Tıp raporları, “tek ve kesin delil” kabul ediliyor. Mahkeme ile savcılıklar, bağımsız rehabilitasyon merkezleri ve hastaneler gibi kuruluşların raporlarını yeterli görmeyip, dosyaları Adli Tıp’a gönderiyor. Adli Tıp bir “devlet kuruluşu ”. Özellikle faillerin devlet güçlerinden biri olması durumunda, son derece farklı kararlar alıp raporlar verebiliyor. Adli Tıp üzerinde, daima “siyasi iradenin” baskısı olma ihtimali de unutulmamalı. Dolayısıyla bu sorunun mutlaka tartışılması ve düzeltilmesi lazım.
Medyanın rolüne gelirsek…
Medya da bu sürecin bir tarafı. Kadına yönelik şiddetin, “bir magazin haberi” şeklinde verilmesi, şiddet mağduru kadınları çok yaralıyor.
Son olarak, kadın örgütlerinin verdiği mücadeleyle demokratikleşme arasındaki bağa gelirsek…
Kadın örgütlerinin devletten talepleri, sistemin demokratikleştirilmesiyle birlikte düşünülmeli. Türkiye’de ve dünyada, hukuk son derece “erkek egemen”! Tüm savaşlarda kadınların “savaş ganimeti” olarak görüldüğü unutulmamalı. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda, binlerce kadın taciz ve tecavüze maruz kaldı. Ama savaştan sonra kurulan Tokyo ve Nürnberg Mahkemeleri’nde, bu durum bir “savaş suçu” olarak yargılanmadı. Ancak Bosna ve Ruanda’daki çatışmalardan sonra ve kadınların mücadelesi sonucunda, tecavüz “insanlığa karşı suç” olarak yargılanmaya başlandı. Kadın bakış açısına sahip kadınlar mevcut “erkek devletler”in onlara haklarını vermek istemediğinin farkında. Dolayısıyla “uluslararası kadın dayanışmasına” özel önem veriyorlar. Bazı haklar yavaş da olsa kazanılıyorsa bu “kadınların örgütlü ve uluslararası mücadeleleri”nin bir sonucu.
Röportaj: Can Özelgün
Fotoğraflar: Handan Coşkun