Aklımda kaldığı kadarıyla bir hadis anlatmak istiyorum.
Bir gün, bir yangın çıkmış. Kontrol edilmesi oldukça güç olan ve hız kesmeden büyüyen bir yangınmış. Oradan uçmakta olan iki kuş, bu yangını fark etmişler. Biri gagasına aldığı bir küçük dal parçasıyla uçmuş ve bu dal parçasını yangın yerinin üstünden geçerken, alevlerin arasına bırakıvermiş. Bir diğer kuş ise aynısını gagasındaki bir damla su ile yapmış. Gagasına aldığı bir damlacık suyu yangın yerinin üstünde, alevlerin üstüne bırakıvermiş.
İki kuşun da yaptığı etkisiz hareketler. Yangın için ne bir damla suyun ne de bir küçük dal parçasının etkisi yok. Su damlası söndürmekten, dal parçası alevleri körüklemekten aciz. Ama böyle davranarak, biri dostluğunu diğeri de düşmanlığını belli etti. Rengini belli etti. Etkin olur olmaz ancak değil mi ki “var”dı, varlığını belli etti.
Renklerin hızla soldurulduğu, karartıldığı günümüz Türkiye’sinde rengimizi belli etmemiz her zamankinden önemli. Dostsak dostluğumuzu, düşmansak düşmanlığımızı belli etmemiz gerekiyor. Sırtlar, bizim muhatabımız değil. Yüze dönük, yüze karşı tüm yüzümüz. Önümüz; yüzümüz.
“O, yokluğuyla varlığını belli etti” diye bir cümle geçer, “Hüzün Nedeniyle Kapalıyız” isimli Kostas Mourselas’ın kitabında. Gücünü, gerçekliğini tezattan alan, çarpıcı bir cümledir. Varlığımızı belli edebilmek bazen de yokluğumuzla da olur elbet, ancak bunun için o yokluğa varlık yüklememiz gerekir. O yokluğa varımızdan verip varlık haline getirebilmemiz gerekir ki, varlığımızı çekince yok kalmasın geride, yokluğumuz kalsın boş diye bıraktığımız yerde. Yani boşluğumuzda, boşalttığımız varlığımız olsun, doldurulamayan başkasının varlığıyla.
Öyle veya böyle, o şekilde veya bu şekilde varlığımızı, ne olduğumuzu belli etmemiz gerekiyor. Ikınmakla sıkılmak arası geçiyor günlerimiz. Biz, bu günleri geçiriyoruz, yaşamıyoruz. Böyle kaç günümüz var yaşanmadan geçen, yaşamadan geçirdiğimizden.
Yaşadım diyebilmek için yapmak gerekiyor. Daha iyisi için bir şeyler yapmak... İyi niyetle, iyiliği sayıklayarak… Korkarak da olur, olsun! Ürkerek, çekinerek, titreye titreye de yapılsa olur; çünkü öyle yapılsa da yapılmış olur!
Yapmak, yaşamak ve varlığını belli etmek konularında varlığımızı belli edebilmemiz için kendimizi yaşamamız gerekiyor sanırım öncelikle, sakınmasızca. Kendimiz olabilmenin tek yolu, kendi üslubumuzca. Başkasının üslubunu takınarak olamayacağımız bir şey “kendimiz”. Kendi üslubundan geçmeyen bir yaşamak yok. Yaşamak dediğin de kendi üslubunca.
Kendi üslubumuzu oluşturabilmek için de, sakınmasız olmak önemli. Olabilmek hatta… Müdanasız bir tavır... Gücünü inançtan, doğrudan, iyiden alan eyvallahsız bir tavır! Eyvallah kendini sakınmaz. Eyvallahsızlık, sakınmasızlık.
Hoşlandığımız yaşamlar yaşayanların kapılarını tıklatıyoruz, yaşamlarına dahil olabilmek için. Halbuki bilmiyoruz önce kendi hayatını yaşayamayana, kendi hayatında yaşayamayana başka herkesin hayatı dar. Yaşam taşımayan misafir, olmaz. Misafir kendini taşıyan değildir misafirliğe, yaşamından taşırandır misafirliğinde. Tıklattığımız kapıya yaşam taşımadan, var olduğumuz- yaşıyor olduğumuz hayattan taşırmadan başkalarının hayatları da bize dar.
Yaşamak dediğin, farklı bir şey her gün dişleri ezbere fırçalamaktan. Yaşamak dediğin, kendinden taşan “Böyle yaşam olur mu, bu nasıl yaşamak” diye bezdiren günlük zorunluluklardan… Yaşamak dediğin, üslubunca konuştuklarının yankılandığı bir boş alan. Ve dikkat! Çünkü boşluk, boş değildir her zaman. Yankı boşluğu doldurmaz ama taşar ondan. Boşluk dediğin, dolmadan taşıran. İşte, yaşam da böyle... Hiçbir zaman seninle dolmayacak ama “sen”sen kendince ve iyiysen, doğruysan yeterince, yankını başka yaşamlara taşıracak.