Çevresel olanakların artmasına paralel olarak artan ihtiyaçlar mesleklerin çeşitlenmesine yol açmıştır.
Ancak, artan genç nüfus ile birlikte bir meslek edinebilmek, artan seçeneklere karşın rekabet nedeniyle giderek zorlaşmaktadır. Günümüz gençliği de her adımında meslek edinebilmenin ön koşulu olan sınav stresi ile karşı karşıya kalır olmuştur. Sınavı kazanamama korkusu ile ortaya çıkan ruhsal ve bedensel tepki, sınav kaygısı olarak adlandırılır.
Ulusal çapta sınavların yapılmaya başladığından beri, sınav stresi, öğrencilerden başka, ailelerin de işleyişini olumsuz etkilemektedir.
1980’lerden bir “güleriz ağlanacak halimize” durumu Son çeyrek asırda ulusça, ulusal sınavlar ile tanıştık. İster istemez sınavlarla kaynaştık. Bu dönemde doğan çocuklar ve aileleri için, bu toplu sınavlar “toplu karabasanlara” dönüştü.
Yeni çocuk doğuran anneler, daha doğumhanede ayılırken “kolu bacağı düzgün mü? yerine “ben çocuğumu yarış atı yapmayacağım.” diye sayıklamaya başladılar. Kendi kendilerine böyle sözler vererek üç beş yıl geçirdiler.
Ortaya konan bu tavırda, çaresiz bir baş kaldırış, bir kafa tutuş vardı. Bu baş kaldırışta, minik bebeklerin genç annelere, bu sınavları sular seller gibi yapabilecek dahiler oldukları izlenimi vermelerinin payı da az değildi.
Ancak, çocuklar yaşıtları ile karşılaştırılacak yaşa geldikçe, birer dahi olmadıkları önce anneleri tarafından fark edilmeye başlandı. Sonunda çocuğunu yarış atı yapmamakta kararlı en baş kaldırıcıların bile, hiçbir sınav hazırlığı yapmadıkları şeklindeki söylemlerini sürdürmelerine rağmen, el altından çocuklarını kurslara taşıdıkları, özel öğretmenlerden ders aldırdıkları ortaya çıktı. Bu dönemin çocukları, altın günlerinde bile sınav muhabbeti yapılan bir toplumda yaşar oldular. Kış geldi çalıştılar, yaz geldi, gene çalıştılar.
Bir günde çözebildikleri test sayısı ile ölçülüp, yaşıtları ile kıyaslandılar. Sınavda başarılı olanların başarıları, diğer çocukların kıskanç anneleri tarafından çözdükleri test sayısı, aldıkları kurs sayısı ile orantılanıp aşağılanarak kuru gürültüye gitti. Hoş, başarılı çocukların kendi anaları babaları bile, bu başarıda çocuklarına değil de, bu uğurda harcadıkları servete paye verdiler. Sonunda, sağa sola koşuşturulan bu çocukların gerçek başarı ve yeteneğini kimse anlayamadı.
- Siz çocuğunuzu devlet ilkokulunda mı okuttunuz, yoksa özel bir ilkokulda mı? diye bana sordu 18 aylık bir kız çocuğu babası! Bana sordu çünkü benim fikirlerime güveniyordu. Ben ona göre bilge bir kişiydim. Ancak, bu baba bu konuda bilgelik sökmeyeceğini henüz bilmiyordu. Bilmiyordu ki bu konu anafor gibidir. İçine düşen kaybolur. Ben düşmem diyen daha da bir kaybolur. Anladım ki, bu baba daha şimdiden anafora tutulmuştu. Bir kere, kızı henüz 18 aylıktı. Okul yaşına daha 4-5 yıl vardı. Çocuğun şimdiki yaşının 3 katı bir zaman ederdi bu. Yavrucağın eğitim kaygısı, daha çişini söylemeden ailenin omuzlarına çökmüştü.
- Ben devlet okulunda okuttum dedim.
Dedim ama, hem bilgelik yapmak, hem de sorumluluğu üstümden atmak için biraz kıvırtmaya devam ettim:
- Ancak, o zamanlar Anadolu Liseleri giriş sınavı ilkokul 5. sınıfın sonunda yapılıyordu. Meşhur bir özel öğretmen olmak, sınav kazanan çocuk sayısı ile değerlendirilirdi. O nedenle, öğretmenler mümkün olduğunca çok sayıda çocuğa sınav kazandırmak için birbirleri ile yarışırlardı. Böyle olunca, sınav kazandırması ile ünlenmiş okullar bilinirdi. Ben çocuklarımı, sınavda başarılı olarak bilinen böyle devlet okullarında okuttum dedim. Özel okulların da hakkını yememek için.
- Fakat, diye ilave ettim. İlköğretim 8 yıl olarak değiştiğinde, buna hazırlıklı olup lise giriş sınavlarında kendisini kanıtlamış ortaokullar henüz olmadığından, ikinci çocuğumda devlet okulu yerine, özel okulları tercih ettim.
Kısacası hem devlet okullarını, hem özel okulları korudum. Minik bebeğin sorumluluğunu almaktan da böylece sıyrılmış oldum. Bu yanıtı kendim de beğendim. Karşı tarafın bir işine yaramasa da, suya sabuna dokunmadığından, sorumluluk almayan bir yanıt olmuştu. Üstelik sorumluluk almasa, karşı tarafa bir çözüm üretmese bile, kendi içinde mantıklı görünüyor ve bilge biri olma özelliğime toz kondurmuyordu.
Çocuklarımın okula kayıt günlerini anımsadım. Söz konusu kendini kanıtlamış okul, oturulan semtte değilse, okulun bulunduğu semtte oturan bir arkadaş bulunur, okula onun adresi, sanki bizim adresimizmiş gibi verilirdi. Hatta bir keresinde o semtte oturan bir arkadaş bulamamıştık da, bizim oğlanı muhtarlıkta ikamet ediyor gibi göstermiştik. Belki de, oğlum yaşamının ilk hilesi ile bu şekilde karşılaştı ve Machievelli prensiplerinden birini bu şekilde öğrendi.
Ne acıdır ki, oğlum en doğru şekilde eğitilsin derken, daha okul seçiminde hileli bir işe bulaşmıştı. Bana gelince, oğlumun eğitim ile şekilleneceğini sanırken, kendi ellerimle ona hileyi hurdayı öğretmeye başlamıştım. Tam yeri gelmişken, kendi okul tecrübelerim ile içinde yaşadığım toplumun insanı şekillendirme özelliklerini şöyle bir karşılaştırdım.
Okul yıllarımda okula vaktinde gider, her ödevimi vaktinde teslim ederdim. Bu çabalarım notlarıma yansıdığı için mutluydum ve ödevlerimi geç teslim etmeyi hiç denemedim. Sonunda okul bitti. Günlük yaşamda her yere, her işe geç gelenlerin ve işini bitirmeyenlerin yadırganmadığını gördükçe, “en geç gelen, en eksik iş yapan” olmanın daha akıllıca olduğunu kavradım. Nerede kalmıştı okulda öğrendiklerim?
- Çocuğum yuvaya gitsin mi? diye devam etti heyecanlı baba.
- Gitsin. Kendi yaşıtları ile birlikte olsun. Şimdi sokak mı kaldı oynayacak!
- Çocuklar evin içinde beslediğimiz evcil hayvanlara döndüler. Bizim köpek, kendi cinsini tanımıyor. Dünyada bizi hemcinsi sanıyor. Diğer insanlara da -herhalde bize benziyorlar diye- biraz yakınlık gösterse de hayvancağız kendi cinsinden adeta ürküyor. Bu çocuklar da ev içinde sadece çekirdek aile bireylerini görerek büyüyorlar. Yaşıtları ile ilköğretimde karşılaşınca sudan çıkmış balığa dönüyorlar. O nedenle, çocuğunuz sokakta yaşıtları ile oynayamıyor ise yuvaya gitsin.
- Yarım gün mü gitsin? Tam gün mü?
- Annesi çalışmıyorsa yarım gün gitsin, annesi çalışıyorsa tam gün gitsin.
- Hangi yuvaya gitsin?
- Çalışanların boğaz ve dışkı kültürleri ve sarılık testleri her 6 ayda bir kontrol edilen bir yuvaya gitsin. Kreşin mutfağını gözden geçirmeniz pek pratik olmaz da.
- ???
- Her gün gidip mutfak kontrol edilemez. Ne siz her gün mutfak kontrolü yapabilirsiniz, ne de onlar sizin kontrol edeceğiniz zaman mutfaklarını size dağınık ve pis gösterirler.
- ???
- Çocuğunuz sık sık üst solunum yolları enfeksiyonu olur, ama olsun. Bu da bir çeşit bağışıklamadır netice itibarı ile.
- Kaç yaşında gitsin?
- Yuvaya mı? Üç yaş iyidir. Çocuklar üç yaş civarında anneden ayrılma anksiyetesinden kurtulurlar. Obje devamlılığını da kazanırlar. O nedenle yuvaya başlamak için 3 yaş uygundur. Üç yaş öncesi anne çocuk bağı çok güçlüdür. Bu bağın zedelenmemesine özen gösterilmelidir. Çalışan anne çocukları için ise, üç yaşı beklemek gibi bir seçenek yoktur. Kreşe verilemiyorsa, belki bir aile büyüğü ya da candan bir akraba bebeğe evde bakabilir. Hiçbiri yoksa sağlam bir bakıcı bebeğe bakar.
- ???
- Bakıcının sağlamı iri yarı anlamında değil elbette. Sağlam bakıcıdan kasıt, ikide bir de “ya zam ya da ben!” demeyen, ya da sizin “yetti gayrı, kapı arkanda!” demeyeceğiniz biridir.
Son zamanlarda okul öncesi sınıfı diye bir sınıf oluşturulması iyi oldu. Ancak, tecrübelerim arttıkça her yeniliğe şüphe ile bakar oldum. “İyiliğin” altında “doğallık” arıyorum.
Prof. Dr. Sabiha Pktuna Keskin, Korku