“Anlamı neydi?” Eskidendi... Eski “sekme”deydi. “Anlam mı, o da ne?” Şimdilerde... Açılan yeni “sekme”de.
“Akıllı” telefonların bir ölçüde aklı var evet ama hepsinin aynı. Hepsi aynı şekilde çalışan, sınırlarını bildiğimiz akıllar onlar… O aklı takınarak zekamızı dışlıyor, aklımızı sınırlandırıyor ve aynılaştırıyoruz.
Lale Müldür’ün ifade ettiği gibi “Bu çağın rüzgarı her düşünceyi ham bırakıyor.” Sanal ortamlarda beğenimizi de alkışımızı da “bir tık”la, beğenmeme hissimizi de yine aynı “tık”la yayıyoruz, tıklaya tıklana “ham”laşıyoruz tıka basa. Bir yandan da aynılaşıyoruz. İfade araçlarımız kısıtlanıyor, “tık”ımız var gık demeye ne gerek var. Sessizleşiyoruz, potansiyelimizden uzaklaşıyoruz.
Sanal ortamlardaki varlıklarımız üzerinden “var”lığımızı, varolduğumuz sanal ortam sayısı üzerinden de “çok”luğumuzu belirlediğimiz bu çağda, anlam anlaşılır değil, anlaşılır gibi değil.
Standardize araçları anlaşmak ve ulaşmak için tek dilimiz kıla kıla dilsizleşiyoruz. Kendimizi ifade etmenin farklı ve özgün yolları olduğunu unutuyoruz. Bir tık her dili biliyor, bin dile yetiyor, her şeye değiyor, her yere yetişiyor.
Oysa ki ulaşmanın, anlaşmanın, o şeyin, O kişinin anlamını taşıyan ona erişen biz. O olaya, kişiye, eyleme kendimizden verdiğimiz. Ona değdiğimiz yer, ulaştığımız yol, anladığımız şey, anlaştığımız dil. Anlam bize dair, ona doğru. Anlam; bizden olan, ona varan.
Herkes için olanlarla kendimize özgü olamıyoruz, kendimize özgü olamadıkça da anlamı yitiriyoruz. Anlam kendimizden yüklediklerimiz biraz da. Yükleyerek yüklendiğimiz ne varsa, anlam onlarda. Kendimizden taşırıp ona kattığımız duygularımız, kendimizden sıyırıp onu boyadığımız renklerimiz, kendimizden bilip onu öyle değerlendirdiğimiz düşüncelerimiz… Yani emeğimiz, uğraşımız, becerimiz, beceriksizliğimiz, bulduğumuz yol, bulamadığımız yönümüz…
Kendimizde çarptığımızdan onda kolladıklarımız, kendimizde bakıp onda görmek istediklerimiz, kendimizde görüp de onda var mı diye bakındıklarımız.
Anlamın, özgünlüğün varlığıyla var olabileceğine inanıyorum. Düşünen zihin özgündür ve özgürdür de. Tutan el özgündür, özgürdür de. Söylenen söz özdense özgündür, söylendiği için kısıtlı özgürdür.
Özgünlüğün var olabilmesi için de aracı olmamız gerekiyor. Aracısız olmamız gerekiyor. Beğenimizi bize sunulmuş olan ve de en kolayı olduğundan reddi de en zoru olup en gereksizi görünen standart “tık”larla değil, kendimizden yani içimizden geldiği gibi gösterebilmemiz gerekiyor. Ancak böylelikle kendimizin onun için aracı olabiliriz, ancak tercihlerimizi sunulanlar arasından değil kendimizden yaparak aracısız olabiliriz.
Vermemiz gerekiyor, kendimizden, sabrımızdan, fikrimizden… İnsanın yüklediği anlamın bir kısmı da kendinden yüklediklerinden, kendinden taşan bulaşanlardan.
Kendimizi görmek için değil bu sefer, kendimizden görmek için kendimizi koymalıyız ortaya. Görünmeliyiz. Ses vermeliyiz gümbür gümbür, belli belirsiz “tık”larla cılız cılız değil ama. Rengimiz ne ise belli etmeliyiz önce. Sıyırıp sürmeliyiz seçtiğimizi, seçmediklerimizi bulaştırmamaya özene bezene…
Bulanmalıyız önce derdimize, nefsimize, hevesimizdekine, bulamalıyız sonra da kendimize. Elimizi uzatarak, sesimizi duyurarak, görünerek, görerek… Anlam, yüklediklerimizdir kendimizden.
Anlam bağlı kendimizden neyi, nasıl, ne şekilde, ne kadar verebildiğimize…
Anlam kendimize bağlı, kendimizle bağlı. Bizi ona bağlayan, anlam. Anlamdan artık ne anlamalı. Anlamın arandığı yolda pek çok şey bulunur da anlam aranmazsa ne bulunabilir ki bu hayatta?...
Yol dediğin yolda bulunur emin adımlarla. Biz yolumuzu açılan sekmeler arasında seke seke bulmaya çalışıyoruz. Sevgilerimiz sekiyor, beğenilerimiz sekiyor, düşüncelerimiz hem sonra…
Çığır açılmıyor artık, “sekme”ler açılıyor. “Sekme”li dünyamızda düşünce ve duygularımız arasında oynuyoruz seksek. Çünkü vazgeçmesi, bırakması kolay, yeniden isteyince ulaşması basit sekerek. Hem oyun oynuyor gibiyiz sıkılmıyoruz da sekerek. Halbuki anlam gibi kimi kavramların ritmi değil seksek, ulaşılmıyor sekerek.
Sekerek ulaşılmıyor, oyalanılıyor. Anlam bizimle seksek oynamıyor.