Bu kadar ev var, bu kadar evsiz;
Bu kadar insana, bu kadar yalnız…
Bu kadar düş var, bi o kadarı kırılmış;
Bu kadar bolluk ve görkemli yokluk…
Bu dizeleri karaladığımda Amy Winehouse’un ölümü üzerinden bir gün geçmişti sadece. Ama gaddar söylemler daha o genç kadının bedeni soğumadan ayyuka çıkmıştı. Neymiş efendim, uyuşturucu kullanmanın kaçınılmaz sonuymuş, neymiş efendim blumianın getirisiymiş, alkolizmin bedeliymiş… Üç gramlık etinin, saldırgan makyajının, çığlık çığlığa haykıran dövmelerinin ve eşsiz sesinin ardındaki yirmi yedi yaşında, gencecikken hayatla bütün iyi ilişkilerini bitirmiş, ümidini binlerce defa kaybetmiş çocuğu ezen ezene… Ölüsünün üstüne tüküren tükürene…
O gün bir kez daha anlamıştım ki, her gün, her fırsatta merhametimizin cenazesini kaldırıyorduk biz. İnsaf dediğimiz şeyden geriye, burnu büyük bir acıma, lütuf gibi sunduğumuz uzlaşma kırıntıları kalmıştı. Biz, şartlı şurtlu iyiydik. Biz bedeli karşılığında insandık. Yüreğimize kimsecikleri sığdıramıyorduk, daralmış, ufalmıştık. “Küçük görmek” denilen bir hikâye vardır, ne güzel bir deyiştir o. Küçük görmek vardır doğru, çünkü küçük bakmak vardır. Biz küçücük, sığ sulardan seyrediyorduk insanları. Biz ölmüştük yahu, insanımızı öldürüp, içimizdeki yırtıcıyı semirtene kadar beslenmiştik.
“Savaşta onlarca kişi ölüyor, sen ona üzülme, git bir tane keşin ölümüne üzül” diye ağzından salyalar saçarak klavye başı akbabalığına soyunmuşlara bakıp, “acı çekmelere” de kota koyuluyor demiştim. Eceli ile değil, merhametsizliğin ürünü olan herhangi bir silahla öldürülmüş herkese dökecek bir damla gözyaşımız yok muydu bizim? Bu kadar mı cimrileşmişti vicdanlarımız? Bilemedim… Konduramadım… Yanılmayı istedim. Hem de çok istedim bunu. Ve yanıldığımı görebilmek için, en basit, en yakın insan ilişkilerinden tutun da, birbirini bir kez dahi görmemiş insanlar arasındaki münasebetlere çevirdim gözümü…
Biz beceriksiz ve sevimsiz avcılara dönüşmüşüz meğer… Güler yüz bizim kamuflajımız, gevezeliklerimiz ardına saklandığımız çalılıklar… İşin aslı başka oysa, herkes birbirinin en savunmasız halini kollar halde. Ki bunu bilen ve avlanmaktan korkan niceleri, yüreklerini kendilerinin dahi bulamayacağı bir yere saklamış. “İyiyim” diyorlar yarım ağızla, gülüyorlar ama zırh gibi bir gülüş bu. O zırhı indirsen bir yara var ki sorma. İyileşmedikçe hırçınlaşacaklar, iyileşmedikçe avcı olmanın, bir avcıya dönüşmenin yolunu bulacaklar. Ama yalnız başına iyileşmez bu. Şefkat olmadan sağalmaz. Ama hepimiz, iyi olmak için çok yorgunuz. Üstelik korkuyoruz.
Bize yumruklarını uzatıp koşan bir insanı, sarıp bağrına basma yüceliği şöyle dursun; barış ve iyi niyet adımlarıyla gelenlere gülümseyemiyoruz bile.
Umudumu yitirdim, çünkü sakinlik anlarında kararlar alıp, kriz anlarında bütün yeminlerimizi bozuyor ve egomuz bize neyi emrediyorsa bir harf dışına çıkamıyoruz. Derin bir nefes alıp, “Şimdi, şu anda çılgınca öfkeye kapılmadan davranacağım” diyemiyoruz. Ve size yemin ederim her şey böyle başlıyor. Bu, sevgisizliğin ilk ilmeği…
Yaşamsal ve insancıl konularda o kadar fazla yasak ve yaptırımlara, yoksunluklara maruz kalıp susmuşuz ki, affedip üstesinden gelebileceğimiz, aksini inşa edip yaşatabileceğimiz konularda tahammülsüz ve katı hale geliyoruz. Ucunda ölüm yok ya, diyemiyoruz. Çünkü yanlış yerde susmuşuz, sessizlik hakkımızı yanlış yerde kullanmışız. Son ses haykırıp itiraz edeceklerimizi sineye çekmişiz.
Umudumu yitirdim, çünkü basit ama sıcacık, ama sakince çözülebilecek bir düğümü içinden çıkılmaz bir hale getirmekle övünebiliyoruz. Biz, hayatında sahici ilkeler olmayan insanlar, bütün yasakları sevgiye ve sabra koyuyoruz. Bunları yaşam felsefesi adı altında baş tacı yapıyoruz. Böylelikle mutluluk tesis edeceğimiz yanılgıları bizi ne kadar uyutur, ne kadar yutturabiliriz bunu kendimize?
İnsan insanın kurdu ise, ilacı da odur.
Ama bu karanlık, küçücük ışığı yutar mı? Bu kadar ölüm, yaşama müsaade eder mi? Bu zalim dünya sevgiyi yeşertir mi?
Umudumu yitirdim. Sevgimi yitirmeden önce…