Üç haftalık bir aradan sonra yeniden merhaba sevgili okur. Görüşmeyeli nasılsın? Afiyettesin inşallah. Beni soracak olursan, şöyle söyleyeyim; günlerdir, bana telefonla yahut mesajla “Halin nicedir?” diye sorma gafletinde bulunan dostlarımın, halihazırda kendi dertleriyle dolu olan kafacağızlarını serzeniş bombardımanına tutmakta, gariplerimi sorduklarına soracaklarına, aradıklarına arayacaklarına pişman etmekteyim... Sebebine gelince;
Taşındık efendim.
Her şey, yaklaşık 2 ay kadar önce, Direnç’le hımbıl hımbıl sabah kavhelerimizi yudumlarken “taşınsak mı, taşınabiliriz sanırım, e taşınalım o zaman, hadi lan taşınıyoruz!” şeklinde gelişen diyaloğumuzla başladı. Yan yana oturup, kucağımızda laptoplar deliler gibi ev aramaya başladık. İlk dakikalardaki o çocuksu heyecan ve coşku, ilerleyen saatlerde yerini umutsuzluk, bezginlik ve sinirle havaya savrulan küfürlere bıraktı. Bir türlü istediğimiz gibi bir ev bulamıyorduk...
İşin asıl zor kısmı; o güne dek pek aşina olmadığımız emlakçı lisanını çözmeye çalışmak oldu. “ful + ful”, “lüks kelepir yeni evliye”, “emsalsiz bakmadan geçme”, “ultra mega lüks dayre” gibi kelimeleri “Emlakçıcadan Türkçeye” sözlük kullanarak deşifre etmek zorunda kaldık.
Kullanmayı en sevdikleri kelimenin ise “ful” olduğunu fark ettik. Potansiyel kiracıları pervane kelebeği gibi çektiğini düşündükleri o üç harfli mucizevi kelime... Hele hele bir ara gözümüze ilişen “ful + ful” gibi bir ifade vardı ki, bunun; altından şırıl şırıl ırmaklar akan cennet sarayından başka bir şey olmadığını düşünüp yalın ayak evden fırlayan beni, bütün mahalleli birleşip sokağın başından zor çevirdi. “O ev benim olmalı!” diye sayıklıyormuşum, hatırlamıyorum. Öyle gitmiş aklım başımdan...
Beğendiğimiz birkaç daireyi ve bir umut daha fazlasını görmek için bir sonraki hafta sonunu çoluk çombak emlakçı gezmeye ayırdık. Bilenler bilir; İstanbul’da bir yakadan diğerine taşınmak, şehir değiştirmekten farksızdır. Bizim göçümüz de, Allah’tan bir mani çıkmaz ise, Avrupa Yakasından Anadolu Yakasına olacaktı...
İlk emlakçı ziyaretimiz, aynı zamanda ilk derin hayal kırıklığımız oldu. Kocaman, kahverengi, deri üçlü koltuğa Işıkgiller kadrosu büyükten küçüğe sıralanıp, bir çift kılıç balığını andıran sivri uçlu siyah ayakkabılarından gözlerimi alamadığım hin bakışlı adamın sorduğu soruları hevesle yanıtlamaya başladık:
- Nerede bakıyoruz?
- Buralarda. X caddesi civarında olabilir. İskeleye ulaşım kolay olmalı...
- (Ensemizin kalınlığını ölçecek ve konuşmaya büyük ölçüde yön verecek olan soru) Hm. Nedir düşündüğümüz fiyat???
- (Direnç’le birbirimize bakarak) Eee... X’e kadar olabilir. Maksimum Y. O da maksimum...
O ana dek, 5 banyolu, bir açık biri kapalı 2 yüzme havuzlu, tripleks bir villa aradığımızı zannettiğinden olacak; emlakçının yüzü gölgelendi. Feri kaçmış gözlerini pencereden yana çevirerek söylediğimiz rakama o mevkıiğğğde temiz(?) bir ev bulmanın imkansızlığından bahsetti. Tüm çaçaronluğumla atıldım:
- Nasıl yok yaa? İnternetteki emlak sitelerinde bissürü gördük biz. (Çantamın derinliklerinden buruşuk bir liste çıkararak) Biz bulduk işte, tam 12 tane ev var bize uygun. Hem de sadece bu semtte. Hatta (parmağımla kafamın üstünden geniş bir daire çizerek) tam da bu bölgede!
Emlakçı alaycı bir gülümsemeyle yarım ağız cevap verdi:
- Tssh... Abla onların yüzde doksanı sahte.
- (Direnç ve ben) Nassı yani? Sahte derken?!
- Müşteri çekmek için onlar.
- (Direnç) Vay ib*eler...
Direnç’in nazik sitemiyle irkilen emlakçı, yüzünde zoraki bir gülümseme; kafasını onaylarcasına salladı...
Omuzlarımız çökmüş bir biçimde, yine aynı boy sırasıyla, dışımızdan “hayırlı işler”, içimizden başka şeyler(!) dileyerek mekanı terk ettik. Bayağı dolaştık o gün. Kaç tane emlakçı gezdik hatırlamıyorum. İnternetten değil de, direkt emlak ofislerini gezerek daha kolay ve hızlı netice alabileceğimizi düşünerek fena halde yanılmıştık...
Pek çok ev gezmesi de yaptık. Nasıl anlatmalı bilmem; adamların “şahane” dedikleri ev “bakımsız”, “temiz” dedikleri ev “harabe”, “idare eder” dedikleri ev “hayvanı bağlasan durmaz” çıkıyordu sürekli. Hani “Şaka olmalı bu! Kamera nerde, el sallıycaz?” diye sorduracak, “Yok artıkkk, bu kadar da olamaz!” diye isyan ettirecek, “Ulan sen dalga mı geçiyon benimle, eşşoolueşşek!” diye dellendirip, sağlı sollu Kemal Sunal tokatları patlattıracak kadar!
Böyle bi sürekli sıradanı muhteşemmiş gibi yutturmaya çalışmalar, garip, kaçamak ifadeler, hatta daha da ileri gidip gerçeği düpedüz gizlemeler... Misal; adamın “ana caddeye 2 dakka” diye bahsettiği ev, bir bakıyorduk ki 20-25 dakika. Tempolu bir yürüyüşle hem de. Üst üste birkaç kez bu mesafe kandırmacasını yaşayınca, diğer bir deyişle işin pi*liklerine vakıf olmaya başladıkça, sonraki emlakçı görüşmelerimizde “2 dakka abla!” diyen adama, “Koşarak mı, yürüyerek mi? Koşaraksa saatte kaç kilometre hızla? Bu noktada baz alınan kişi Usain Bolt mu, Akrep Nalan mı?” gibi lüzumsuz espriler yapmaya başladık. Sinir bozukluğu insana her türlü maymunluğu yaptırıyormuş sevgili okur, onu anladım.
Yine bir ev gezmesinde, ota bo*a “keyifli” diyen bir emlakçı o kadar asabımızı bozmuştu ki (hakikaten olur olmaz her şey için “keyifli” kelimesini kullanıyor bu emlakçılar. Keyifli salon, Keyifli koridor, Keyifli banyo...), bi ara, kendi kendine sırıtıp söylenerek, deyim yerindeyse raporlu deliler gibi davranmaya başlayan Direnç, histerik bir tonda alaturka tuvaletten salonda emlakçılarla evi kritik etmekte olan bana seslendi:
- Pşşşt Gözdeeaa! Tutalım lan burayı! Çok keyifli bi kuburu var!!!
Bu denli laçka olmuştu artık sinirler...
İşte böyle; hayallerimiz günden güne sararıp solmakta ve biz ümit ve ümitsizlik arasında bir sarkaçta gelip gitmekte iken... bir mucize oldu. Aradığımız evi bulduk. İnternetten; muadillerine göre daha az kandırıkçı gözüken bir emlakçıdan, ve paragöz olmayan, ilk izlenim itibariyle sevimli ve geçimli bir ev sahibinden...
Sıra taşınma ve yeni eve yerleşme safhasına gelmişti. Aaaah ahh. Gelmez olaydı...
Haftaya bugün burada, işitmeye doyamayacağınız yeni “ah”larımla, dokunulmayı bekliyor olacağım efendim...