Hayatımız pamuk ipliğinde
Çocukları, tabii erkek çocukları askerlik yaşına gelen her anne babayı bir telaş alır.
"Oğlum nerede askerlik yapacak?"
Bir yanımızda terör belası diğer yanımızda savaş tehdidi.
Bu durumda Güneydoğu bölgesine giden askerler büyük risk altındalar değil mi?
Öyle inanıyoruz.
Aslında öyle sanıyoruz.
Ama hayatımız pamuk ipliğine bağlı.
İşte yüksek okul okudukları için kısa dönem askerlikten yararlanan gençlerimizin hazin sonu.
Askerliklerini Doğu'da, Güneydoğu'da yapmadılar.
Annelerin babaların, eşlerin, sevgililerin, kardeşlerin yüreği bir parça rahattı.
Afyondaydılar. Türkiye'nin ortası. Terör belası en azından açık biçimde yok oralarda.
Oysa ihmal, yanlış emir ve bir komutanın kompleksi vardı terör yerine.
25 gencin annesi babası, "Hiç olmazsa başına bir bomba düşmeyecek" rahatlığı içinde yataklarına yatacakken, hain bombalar patlayıverdi Afyon'da.
Demek ki hiçbir şeyin garantisi yok bu hayatta.
Pamuk ipliğine bağlıyız.
Yine bombalarla ama bu kez terörden değil, ihmalden şehit olan bütün yiğitlerimizi saygıyla anmak ve hepimize sabırlar dlemekten başka bir şey gelmiyor elimizden ne yazık ki.
Söz inandığımız ya da inandığımızı sandığımız şeylerden açılmışken, sağlığımızla ilgili bizi yine hayata pamuk ipliği ile bağlayan konulara geçmek istiyorum.
Çocukken abur cubur yediğimiz ya da annemizin sözünü dinlemeyip üşüttüğümüz için pekçok kez ishal olurduk.
O zamanlar ishale karşı en etkili yöntem, sulu bir şeyler yememekti. Çay içemezdik kahvaltıda, taze etmek, yağ yiyemezdik.
Bayatlamış ekmek dayardı anne önüme, peynirinse en sert en tatsız olanını.
İshalin bu yolla kurutulacağına inanılırdı.
Sonra anladık ki bu inancımız tümden yanlış. Yanlış olduğu gibi, bir de üstüne sağlığımı ciddi biçimde bozan, ileride büyük sorunlara yol açan bir şey bu susuz bırakmak.
Sağlıkla ilgili inandığımız ama sonra yanlış çıkan o kadar çok şey var ki.
Örneğin meyve sularının çok yararlı olduğunu bilirdik.
Biraz varlıklı olan aileler evlerinde hep bir meyve sıkacağı bulundururdu.
Sonra bunların elektrikli olanları falan da çıktı ama klasik ezme aletleri yine de hala en iyisi.
Profesör Candan Karatay'ı dinlerken şaşkınlıktan ne yapacağımı bilemedim.
Meğer bizim o çok yararlı olduğuna inandığımız meyve suları, hem de taze sıkılmış meyve suları o kadar da yararlı değilmiş.
Bir ya da iki portakalın suyu yararlıymış ama ondan sonra aşırı zararlıymış.
Çünkü meyve suyu aynen fruktoz denilen suni şekerimsinin etkilerini yaratıyormuş vücutta. Direk kana karışıyor ve karacigerin yorulmasına ve yağlanmasına neden oluyormuş.
Bu nedenle meyveleri sıkıp, suyunu içmek yerine kendisini yemek çok daha yararlıymış.
Nedeni şu; meyvelerin çoğu lifli. Bu lifler meyvedeki şekerin direk kana karışmasını geciktiriyor, bir sindirimden geçirilmesini sağlıyor, oysa suyunu sıkınca bu lifleri almıyorsunuz ve şeker direk kana karışıyormuş.
Yine çok yanıldığımız bir nokta da yağlarla ilgili.
İnancımız şu ki, ne kadar yağ alırsak vücudumuz o kadar yağlanır. Hele bel ve karın bölgesindeki yağların bundan oluştuğunu sanıyoruz.
Bu gerçek değil.
Vücut bu yağlanmayı dışarıdan aldığımız yağlardan değil kendi üreterek oluşturuyor.
Özellikle hayvani yağlar aslında vücut için çok yararlı. Örneğin tereyağı çok gerekli ve yararlı.
Bunu öğrenince nasıl sevindiğimi anlatamam.
Çünkü bir çok yemeğe özellikle pilava lezzeti veren tereyağıdır.
Ama bir dönem, "Sakın hayvansal yağ yemeyin, binlerce yıldır kullanılan zeytinyağı ile yapın her yemeği" propagandası vardı.
Elbette zeytinyağı çok güzel, lezzetli ve sağlıklı. Ama asla tereyağının yerini tutmaz.
O modaya uyarak bir dönem bütün yemeklerimizi zeytinyağı ile yapıyorduk. Eve tereyağı girmiyordu.
Bir gün patladım. "Yeter artık" dedim, hiç olmazsa kahvaltılarda tereyağı yiyeceğim. " O günden sonra kahvaltılarda ekmeğime bol tereyağı sürmeye başladım.
Sonra ikinci patlayış geldi. "Bundan sonra başta pilav olmak üzere, bazı yemekler tereyağı ile yapılacak."
Tabii bazı dönemlerde kırmızı etin bazı dönemlerde beyaz etin daha iyi ve sağlıklı olduğu haberleri çıkar.
Bunlara hiç aldırmadım, aldırmam da.
Çünkü çoğunu ticari buluyorum. Bakarsınız bir hastalık çıkar, "Sakın kırmızı et yemeyin deli olursunuz" falan derler.
Sonra, "Kuş gribi" çıkar, bu kez aynı felaket beyaz etin başına gelir.
Oysa kırmızı eti de beyazını da tüketmek, elbette makul ölçüler içinde çok gerekli, ne onu ne onu diğerine tercih etmemek gerek.
Sonuçta uzun gibi gelen kısacık bir ömür sürüyoruz.
Sağlığımıza dikkat edeceğiz, buna karşı iyi ve keyifli de yaşayacağız.
Tamam meyve suyu o kadar da yararlı olmayabilir, ama doktor ne diyor, "İki portakal yeterli."
Demek ki neymiş, portakal suyu keyfimizi de alacağız, sadece iki portakal sıkacağız o kadar.
Tereyağını da süreceğiz kızarmış ekmeğimize ya da sıcak pidenin içine, etimizi de yiyeceğiz.
Ölümlü dünya.
Sonuçta pamuk ipliğine bağlıyız.
O kadar da strese gerek var mı?