İki haftadır Alışveriş Merkezleri’nden çıkıp bir türlü mahallemize gelememiştik.
Söz, bu yazıda mahalleye geleceğim artık.
Gerçi rezidansların, gökdelenli sitelerin çok yaygınlaştığı günümüzde, eski mahalle kavramı da pek kalmadı ama, madem öyle, mahalle olarak oturduğumuz evin yakın çevresini alalım.
Ben, çocukluğumu hep mahalle içinde geçirdim.
İlkokulu Balıkesir’de okurken, o yıllarda pek benzeri olmayan, site türü bir mahallede oturuyorduk.
1956 yılında yapılmış, birbiri ile aynı, iki katlı, bahçeli 60 evden birinin ilk katında oturuyorduk.
Esen Evler adını vermişlerdi.
Belli ki Amerika görmüş birileri, oradakilere benzer bir mahalle oluşturmak istemiş.
Bizim tam karşımızda, 52 Evler denilen, yine aynı mantıkla yapılmış, yine iki katlı bahçeli evler vardı. Onların sayısı 52 idi. Zaten adı da oradan geliyordu.
Bu evlerin şimdiki sitelerden tek farkı, etraflarında kalın duvarların olmamasıydı. Hepsi bir örnek bağımsız evlerdi.
Mantık güzeldi ama eksikleri de çoktu. Örneğin Amerikan tarzı bu evler, pek güzel yapılmıştı da, madem bir site gibi düşünülmüş, örneğin ortak bir ısıtma sistemi kurulabilirdi. Akıllarına gelmemiş.
Kaloriferleri de yoktu. Sobalı evde büyüdüm yani.
Sobanın keyfini, şimdi neredeyse hepsi kaloriferli olan evlerde büyüyenler bilmez.
Bir kere, her daim bir tas sıcak suyunuz vardır. Soba yanınca koyarsın üzerine çaydanlığı, su hep sıcak durur.
Sonra sabahları üzerinde ekmek kızartırsın.
Kestane pişirmek de pek keyifli olurdu.
Bir dönem evde patlamış mısır çok modaydı. En güzel soba üzerinde olurdu.
Çocukken bayılırdık mısırların pat pat ses çıkararak patlamalarına. Ya sonra yemesi.
Eksiğimiz televizyon olmamasıydı. Patlamış mısırımızı radyo tiyatrosu dinlerken yerdik ya da isim şehir veya 21 soruda bil oynarken.
O yıllarda, bu oyunlardan neler öğrendim bilemezsiniz.
Yaz tatillerimi ise İstanbul’daki babaannemin yanında geçirirdim. Okul tatile girdi mi beni koyarlardı bir otobüse, doğru İstanbul.
Çocukluk yıllarında babaannem Çapa’da otururdu.
O zaman oyun alanlarımız hemen evlerimizin önündeki sokaklardı. Çift kale maç yapardık. Gazoz kapağı oynardık. Kızlar yerlere çizdikleri şekille, üzerinde sek sek oynarlardı. İp atlanırdı örneğin. Saklambaç veya yakar top da sevdiğimiz oyunlardandı.
Şimdi bizim çift kale maç yaptığımız sokaklardan, küçük bir çocuğun bırakın oyun oynamayı karşıdan karşıya geçmesi bile bir sorun.
Zaten kenarlarda park etmiş arabalardan, yayalar bile zor yürüyor. Ki bırakın top ya da başka bir şey oynanabilsin.
Mahallemizin olmazsa olmazları vardı.
Bir kere bakkal.
Her şeyimizi oradan alırdık.
Sonra, mutlaka bir pastanemiz bulunurdu. Şimdi de moda mıdır bilemem ama adı üstünde pastanelerde en çok satılan şey pastaydı. Haftada bir iki kere, “baton” denilen, ince uzun pastalardan mutlaka alırdık.
Pastanelerde şimdiki gibi türlü çeşitli tatlılar, çikolatalar, hamur işleri pek olmazdı. Pasta ve tatlı ağırlıklıydı. Baklava, şöbiyet, ezilmiş tel kadayıfı falan çok sonraları girmiştir pastanelere. Lahmacun kültürünün gelişmesiyle, bu tür tatlılar da revaçta olmaya başlamıştı.
Aklıma gelmişken, belki ileride şu lahmacun kültürü ile ilgili anılarımı yazarım.
Pastanenin dışında yine her mahallenin vazgeçilmezlerinden biri tuhafiyeciydi. İğneden ipliğe, makastan fermuara, dondan masa örtüsüne her şey satılırdı.
Bir nalbur mutlaka olurdu.
Sonra ille bir fotoğrafçı. O zaman neredeyse her resmi işte mutlaka vesikalık fotoğraf istenirdi. Fotoğrafçı önemliydi yani.
Ayrıca her özel günde aileler, topluca fotoğrafçıya gider ve fotoğraf çektirirdi.
O fotoğrafçılar ailelere ne pozlar verdirirlerdi şaşarsınız.
Kasap tabii ki olmazsa olmazlardan biriydi. Tavuk satmazdı örneğin kasaplar. Tavuk zaten kesilmiş de satılamazdı. Halk pazarlarında canlı tavuk satılırdı. Bazen hemen orada keserlerdi, tüylü tüylü alır gelirdiniz eve. Ya da evde keseceksiniz. Tabii kesebilen biri varsa.
Önce tüyler yolunurdu, sonra sobanın ya da ocağın üzerinde derisi tütsülenirdi. Aksi takdirde tüylerin dipleri kırık iğne gibi kalır, tavuk yenmez olur.
Süt ve yoğurt gezici satıcılar tarafından satılırdı.
Yoğurtçular omuzlarına astıkları çift kefeleri yoğurt sinileri taşırdı. Ellerindeki çanı çalar ara sıra da, “yoğurtçuuu” diye bağırırdı. Apartmanlardan sepetler sarkıtılır ve içindeki kaplara istenilen miktarda yoğurt konulurdu.
Sütçülerin ise güğümleri vardı. Akşama kadar sokak sokak gezerler sütlerini satarlardı.
Bazen sebze ve meyveciler de geçerdi mahalle aralarından. Ama mahallede bir manav mutlaka olurdu.
Terzi de mahallenin olmazsa olmazlarındandı. Sökükler, yırtıklar terziye götürülür diktirilir yamalatılırdı. Mahallenin kızları en güzel pantolon ve gömleklerini terzilerde diktirirdi.
Sucular vardı örneğin. Şimdiki gibi motorsikletle falan gelmezlerdi eve. Cam damacanaları sırtladıkları gibi gelirlerdi, suyu evdeki kaplara boşaltırlardı. Yani damacana sizde kalmazdı, kalmasını isterseniz depozito öderdiniz.
Tabii Coca Cola aldığımızda şişe için depozito ödediğimiz günlerdi onlar. Sokaklarda gazoz ya da kola şişesi toplayanlar vardı, bakkala götürür depozito paralarını alırlardı. Geçim kaynağı bir türlü.
Ama bakkallardan alınan meşrubat şişeleri evlerde özenle saklanırdı. Boşlar gider, dolularla geri dönülürdü. Bizim evde hele ki bir şişe kaybolsun, şaplağı yerdik o an.
Bakkallarda veresiye defterleri vardı.
Şimdi mahalleler değişti.
Ama yine pek çok yerde yukarıda saydığım esnaf, iyi kötü hizmet vermeye çalışıyor.
Demem o ki, mahallenizde hala direnen esnafın yanında olun.
Onlardan mutlaka alışveriş yapın.
Bu konuda neler yaptığımı da anlatacağım ama bu yazı uzadı biraz.
Haftaya artık.