Uçurtma Avcı’sında bir pasaj vardı ki, altını çizerken sayfanın canı çıkmıştı… Ezberimde kaldığı kadarıyla şöyle diyordu; “Bir tek suç vardır: o da hırsızlıktır. Bütün diğer suçlar, hırsızlığın türleridir. Katil dediğin, bir insanın yaşama hakkını çalandır. Yalancı dediğin ise doğruları bilme hakkımızı…”
Bu cümleleri okuyup, hak verdiğim günden beri; ben içimdeki hırsızları ehlileştirmeye, eğitmeye ve onlara rahat durmayı öğretmeye çalıştım. Aynı şekilde ne zaman haksızlığa uğrasam ya da incitilsem bana yapılan hırsızlık neymiş ona dönüp baktım…
En çok enselediğim de, “Zaman hırsızlarıydı”… Bir anı adilce paylaşmak, bir şeyleri yitirmeden, ıskalamadan, tüketmeden pay etmek kimi zaman insanları yetinemediği; daima dahasını arzuladıkları bir şeydi. Kendi hakkımıza razı olmadığımız anlar, bizi bu suça teşvik ediyor. En tutarsız, en açgözlü yanımızla, “Benim olmalı” diyoruz. Buna “bencillik” demeyeceğim. Zira bana göre bencillik, çok zaman sakıncalı bir şey değildir. Hatta insana büyük bir empati kabiliyeti verebilir. Kendisini sevip, önemseyen ve yaşamak isteyip istemediklerini tartabilen bir insan, az çok karşısındaki insanın da kendi kaygılarına sahip olabileceğini hesaplayabilir. Onun yaptığı güzel şeylerde “mecbur” değil, “gönüllü” olduğunu kendisinden pay biçerek söyleyebilir. Bu bencillik bilinci, açgözlü bir talepkârlığın yanında erdemdir. Bunu gözü kapalı söyleyebilirim.
O talepkârlık, bir taciz dansı, bir gasp girişimi, kırk kez sırtında taşıyıp bir defa indiren insana verilen ceza hükmüdür. Aslında sorun şu, kimse kırk kez de, bir kez de kimseyi sırtında taşımaya mecbur değil. Gelgelelim, birilerinin bizlere gösterdiği nezaket, yakınlık, ilgi ve yeri geldiğinde yaptığı iyilikler samimiyet arz etse bile “süreklilik” arz etmemelidir. Sadece bir an için, evladınızdan başka bir varlığın, yedi gün yirmi dört saat emrine amade olduğunuzu düşünün. Karşınızdaki ne zaman isterse o zaman isteklerini karşılamalısınız… İşte o vakit bu iş, sözsüz bir kölelik anlaşmasına dönüşür. Birisi, sizin varoluşunuzun koşullarına aldırmadan; ne yaşıyorsunuz, ne istiyorsunuz, ne kadar uygunsunuz, ne kadar güçlüsünüz, ne kadar isteklisiniz bunu umursamadan sizden istiyor… Ona “hayır” derseniz, kendisinde samimiyetinizi sorgulama, sevginizi eleştirme, geçmişte yaptıklarınızı hükümsüz kılma ya da burun bükme hakkı görüyor. Sizi, gizil bir baskı ile ele geçirmeye çalışıyor yani… Kendi iyiliğinizden bir pranga takıyor ayağınıza…
Bizim kayıp bir sorumuz var, nerede ve ne zaman yitirdik onu bilmiyorum. O yok olmuş soru, “Bu insan bu gücü nereden buluyor, acaba benimle paylaşırken kendisinden tüketiyor mu?”
İçimizde yalnızca isteyen, uman, beklentiler içinde olan yanımıza “dur” diyecek soru bu… “Hayır” ya da “şimdi değil” yanıtını aldığımızda dönüp kendimize bakmak mümkün mü? Sınırlarımızı aştığımızı, karşımızdakini pişman etmek üzere olduğumuzu anlamak mümkün mü? O soru kaybolmasaydı belki… Ama şimdi nerede bilen yok, bulabilene aşk olsun!
Böyle anlarda ya paylaşmaktan vazgeçeceksiniz ya da sizi yapmakta olduklarınızdan soğutacak kadar paylaşım ahlakından yoksun olan insandan… Aslında dönüp baktığınızda, daima dünyanın başka türlü olabileceğine inanmışsınız. Yaptığınız güzel bir şeyin, yalnızca somut kazanımları olmadığına, aynı zamanda sizi eğittiğine, hatta karşınızdakilere bile güzel bir tadı öğretebildiğine… Bu yüzden devam ediyorsunuz, gücünüzün kaynağı da bu… Aradığınız boş bir pohpohlama değil, bilakis bundan hiç hazzetmiyorsunuz. Ya da yaptığınız şeylerin onaylanması arayışında da değilsiniz. İnsan doğru olduğuna yürekten inandığı şeyin sağlamasını yapmaya muhtaç değildir.
Dedim ya, “başka türlü olabilir mi?” diyebilmek, bu arayışa girebilmek… Ve bu sorunun cevabına duyduğunuz merak sizin itici gücünüz. Eminim kişisel temelde değil fakat toplum çapında etrafına ve dahası insanlığa faydalı olmak isteyen birçok kişi aynı inancın peşinden gidiyorlardı. İçlerinden “Mümkün olmalı” diyorlardı. Onların işi daha zordu, yıpratıcı unsurları kuşkusuz daha zalim ve daha fazlaydı ama onlar hiç susturmadılar içlerindeki “mümkün olmalı” diyen sesi. O ses çok ışıklı… Koca bir gasp çetesini ışığa boğacak, çenelerine ot tıkayacak kadar hem de…
Onların ışığına tutunup, devam edebilme güçlerinden pay çıkartmalı elbet.
Öteki taraftan bu ışığın, her şeyi farkında olan, maruz kaldığınız şeyi bütün açıklığı ile görmenizi sağlayan yanınızı kamaştırmasına müsaade etmemeli.
Çünkü sonra bir gün, içinize dönüp bakıyorsunuz… Aaa… O da ne, her yer bomboş… Sahip olduğunuz, kazandığınız, yıllar içinde inşa ettiğiniz ve yüreğinizi yalnızca kan pompalayan bir kas parçasından, hissedip güç saçan bir kaynağa dönüştüren o şeyler yok olmuş. Hepsinin yeller esiyor.
Evet… Sizi sizden çalmışlar… Bir güzel kılıfını da hazırlamışlar.
Buna dur demek sizi daha kötü biri mi yapar sanıyorsunuz. Sanmayın!
Aklınızı yadsımak sizi daha iyi kılar mı sanıyorsunuz. Sanmayın!
Bu gaspa göz yummayın! Çünkü o bomboş halinizle yüzleştiğinizde iyi de kötü de hükmünü yitiriyor. Yaşamın anlamına/anlamsızlığına dayanıyor sırtınız... Aman… Bakın enseleyin, sinsice kaçıyorlar! Sizden götürüyorlar…