Torun sahibi olmak anlatılamaz bir his, yaşayanlar bilir.
Yüzyılda bir olan bir doğa olayını izleme şansını yakalamışken bir de torun sahibi olmanın hazzı karıştı birbirine. Sabaha dek yıldızları izledim, sessizce dualar ederek.
*
Bozkırın deli sıcağı gibi kışı da pek sert geldi. Dondurucu ayazların ardından bir sabah beyaza kesti dünya. Evimiz kırın tam ortasında olduğundan kar sadece yağmakla kalmamış, rüzgârın etkisiyle savrulup yığılan karlar evimizin kapısını bile tamamen kapamıştı.
Güneş karların üzerine doğduğunda kendimi pırlanta bahçesindeki bir sarayda oturuyor gibi hissettim. Her yer bembeyaz ve inanılmaz ışıltılı.
Çamlar sabaha kadar yağan karlarla yılbaşı ağaçlarını andırırken, gözünüzün görebileceği uzaklığa kadar her şey kar altında. Ortalık derin bir sessizliğe bürünmüş, dünya sanki bu pürüzsüz beyazlıkta kendini aklıyor.
Kapımızdan bahçeye uzanan bir yol açtık karları kürekle temizleyerek.Çocuklarla bahçeye çıktık. İlk yaptığımız şey karın üzerine boylu boyunca yatmak oldu. O kadar temiz ve pamuk gibi yumuşacık bir yatak görüntüsü ki dayanamıyor insan. Doyasıya kartopu oynadık. Parmak uçlarımızı hissetmeyene dek çılgınlar gibi oynadık, eğlendik.
Gürül gürül yanan sobanın başına doluşmak ayrı güzeldi ama kardan yolumuzun kapanması başlı başına bir sorundu. Çocuklar günlerce okula gidemediler.Belediye araçları yolumuzu açamamış, adeta karla kaplı bu bozkırın ortasında hapsolmuştuk. Eşim her gün iki kilometreden fazla bir yolu bata çıka yürüyerek köye gidip evin ihtiyaçlarını temin etmeye çalışıyordu. Gerçekten zordu yaşadıklarımız.
Tüm olumsuzluklara rağmen hepimiz ilk kışın güzelliğini doya doya yaşadık zira İstanbul’un kışları ile mukayese edilmeyecek kadar, uzun, temiz ve güzeldi.Sobanın üzerinde kestane pişirmeyi nasıl da özlemişiz.Çocukluğumuzda yaşadığımız ve bir daha asla yaşayamayacağımızı, çok gerilerde kaldığını sandığımız nice güzellikleri bozkırın kışını yaşarken bulduk.
Mısır patlatmak ayrı güzeldi. Kuzinede hem ısınıp hem de böreğin, kömbenin kokusunu içine çeke çeke pişmesini beklemek apayrı güzel.Yün yorganın altında büzülerek uyumak, sabah buz gibi bir odada çelik gibi kalkmak, sobanın yanarken çıkardığı çıtırtıları, çaydanlığın kaynarken çıkardığı mırıltıları dinlemek…
Hani bir reklam vardı. Pek çok şey fiyatı ile sıralanıyordu ama sonunda paranın satın alamayacağı şeyler de vardır gibi bir cümleyle bitiyordu. İşte tam böyle bir durumdaydık.
Bahar da kendine has kokusu, görkemi ve bereketiyle geldi.Kızım okulla uyum sağlamış, kendine göre bir gelişme göstermişti. Oğlumun her zaman iyi olan dersleri takdirnamelerle süslenmeye devam ediyordu. Gelen giden misafirlerimiz boldu. Yurtdışında yaşayan akrabalarımızın senelik izinlerinde mutlaka uğradıkları bir sayfiye yeri gibiydi evimiz.
Bahçemiz giderek güzelleşiyor, toprak ananın bereketinden fazlasıyla istifade ediyorduk.Sabahları köpeklerimle yürüyüşe çıktığımda yabani şebboy kokularını içime çeker, adeta sarhoşa dönerdim.Zaman zaman da ufka bakar hüzünlenirdim.Hani hepimizin yaşadığı bir duygu vardır.Hayatımızda bir şeyler çok iyi gittiği zaman her nedense içimizi garip bir tedirginlik de sarar. Tıpkı çok güldüğümüzde “aman çok güldük, inşallah ağlamayız” türünden düşüncelere kapıldığımız gibi.
Baharla birlikte buraya taşınalı bir yılı geride bırakmış, pek çok insanın hayal ettiği bir yaşam biçimine kavuşmuştuk.Çocuklarım (özellikle kızım) sağlık açısından mükemmel gelişiyorlardı. Temiz hava, organik beslenme, bol oksijen hepimize inanılmaz iyi gelmişti.İstanbul’dan ayrıldığımda arkadaşlarım, dostlarım, komşularım, hatta eşimin akrabaları, velhasıl beni tanıdığını sanan herkes benim İstanbul’u özleyeceğimi, uzun süre ayrı kalamayıp en kısa sürede geri döneceğimi, ya da dönmek için eşime baskı yapacağımı sanmışlardı ama yanılmışlardı.Kurduğumuz bu yenidünyada olumsuzlukları görmek yerine, pozitif yanları görmeyi seçmiştim esasen.
Kafa dengi bir arkadaşım yoktu. Dertleşmeye ihtiyaç duysam dertleşecek kimsem yoktu. Üzülsem teselli edecek, hastalansam yardımcı olabilecek kimsem de yoktu.Çocuklarım vardı, eşim, çiçeklerim, köpeklerim, tavuklarım, kedilerim vardı.
Evimin üzerinden gelip geçen öbek öbek bulutlarım, toprağın bağrını delerek gökyüzüne uzanmaya çalışan tohumlarım, bu yaşıma kadar bu kadar güzelini asla görmediğim samanyolum, kâh kayan, kâh buradayız diye göz kırpan yıldızlarım vardı.
Mevsimler değişirken yakaladığım resimlerim vardı.Ve mevsimler değişirken değişen bakış açılarım, şiirlerim vardı.Yorgunluktan, pek çok şeyden mahrum olmaktan, ihtiyaç duyulduğunda bulunamayanlardan dolayı dırdır eden, sızlanan, her şeyi dert eden bir yapım yoktu. Zamane Polyanna’sı gibiydim belki.Diktiğim meyve çekirdeğinin ağaca dönüşmesini görmekten, kedimin doğurmasından, tavuklarımın yumurtladıktan sonraki gıdaklamalarından, köpeklerimin vefalı dostluğundan, çiçeklerimin rengârenk olmasından, hanımellerinin, iğdelerin kokusunu ciğerime çekmekten
velhasıl bakıp görebildiğim, işittiğim, hissettiğim her şeyden mutluluk çıkarmayı başarıyordum, mutluydum.
Ama içimi kemiren o garip histen de kurtulamıyordum her nedense.Göçeli tamı tamına bir buçuk yıl olmuştu.Tam da her şey yoluna girdi derken, eşimin midesini görünmez bıçaklar kesmeye başladı. Afyon Kocatepe Üniversitesinin yolunu tuttuk.Eşimi bayıltıp endoskopi yaptılar, ardından başka testler.Doktor, eşim henüz ayılmadan yanıma geldi.
- Çok geç kalınmış bir vaka ile karşı karşıyayız, dedi. Kanser eşinizin tüm midesini sarmış, karaciğere yaslanan kocaman bir ur oluşmuş. Görünür gerçek karaciğeri de kanserden etkilenmiş. Acilen İstanbul’a ya da Ankara’ya götürmenizi tavsiye ediyoruz ama ümit var bir durum olmadığını bilmenizi istiyorum.