Hayat oyun içinde oyun gibi.
Ya da bir tiyatroda sergilenen oyunun perdeleri. Kimi yerinde sevinç, kimi yerinde hüzün var. Bazen düşündüren, bazen güldüren, çokça da anlamadan seyredilen.Başınıza gelenleri düşünüyorsunuz ve çoğu kez gerçekten hayatım roman diyorsunuz.Belki yazmaya kalksanız on sayfayı geçmeyecek, belki de ciltlere sığmayacak gibinize geliyor.
Bir sohbette mutlaka geçmişinizde yaşayıp ders aldığınız bir olayınız veya o anki duruma uyan bir anınız vardır…ya da kederleriniz.
Hep aynı cümle kuruluyor işte o anda.
- Ah ah. Benim hayatım, yazsam roman olur.
Elbette her insan eline kâğıdı kalemi alıp yazmıyor hayatını. Gerçekten herkes yazabilseydi düşünsenize dünyada ne kadar çok roman olurdu.Herkesin kendi okuduğu ve dolabında sakladığı bir romanı olması ne kadar iyi, ne kadar kötü olurdu bunu tartışmıyorum.Ama herkesin kendi romanından başka romanların da olduğunu, bir diğerinin yaşadıklarının kendi hayatında minik de olsa bir pencere açabileceğini ve bu pencereden dünyaya bir farklı bakış, değişik bir soluk getirebileceğini kabul etmesi gerek.Yazabilmek her insanın harcı değil üstelik. Kimisi anlatır dinlemeye doyamazsınız. Doğuştan hatip olarak yaratılmıştır. Kimisi oynar seyrederken kendinizden geçersiniz. Kimisi boyar hayatı, hayran hayran renklere dalarsınız. Kimisi okur, kâh müzikle, kâh müziksiz. Dünyanın her yerinde her zaman diliminde farklı insanlar olmuştur.
Bazen kendimi evlerde, sokaklarda, vapurda, bakkalda velhasıl hayatın her yerinde karşımıza çıkan insanlara göre farklı hissettiğim anlar olur, bazen çok sıradan herhangi biri gibi hissettiğim de olur.
Yazsam roman olur diye düşündüğümde elime kalemi bile alamadığım, bembeyaz kâğıda uzun uzun bakıp nereden başlasam diye düşünüp vazgeçtiğim çok zamanlar oldu. Neticede kendimi yazar olarak görmüyordum ki. Yazsam kim okuyacak? Neyi yazayım, nereden başlayayım.
Kendime sorduğum önemli sorum şuydu, niye yazacağım?
Gençlik yıllarımda kısa kısa öykü denemelerim olmuştu ama hiç birini saklamaya değer bulmamıştım. Çok uzun yıllardan beri şiir yazıyordum ama kendime şair de diyemezdim. Yazmayı, sadece yazmayı seviyordum hepsi bu. Eşimin ayılmasını beklerken hayat romanımda elime kalemi, kağıdı alıp da yine hiçbir şey yazamayacağım yeni bir sayfanın açılmaya başladığını düşündüm. Kanser yabancısı olmadığım bir hastalıktı. Babaannemi ve dedemi kanserden kaybetmiştim. Süreci biliyordum, sonucu biliyordum. İkizlerimin babasız büyüyeceklerini, önümüzde zor yılların olacağınıdüşünmek koyu, karanlık bir kâbus gibiydi.
Çok değil on bir-on iki yıl önce kızıma üç aya kalmaz ölür denmiş, önüme hiç de umut verici bir resim konulmamıştı ama hiç de denildiği gibi olmamıştı.
Evet, kanser sevimsiz bir kelimeydi ama bu kelimenin karşısına konulacak pek çok kelime vardı. Umut gibi, moral gibi, inanç gibi, mücadele gibi.
Ve ben çabuk pes edecek yapıda değildim, eşimin de benimle aynı düşüncede olacağını biliyordum.
Bu konuyu çok uzatıp duygu sömürüsü yapmak istemiyorum. Özetin özetini yapayım.
Eşim çocukların okulu olduğu için benim köyde çocuklarla kalmamı, kendisinin İstanbul’a gidip ameliyat olmayı istediğini söyledi. Teşhisten sonra yapılacak en doğru kararı vermiş, savaşmayı seçmişti. Bir sabah vedalaştık ve gitti. Kanserin tükettiği mide tamamen çıkarılıp, bağırsağından kesilip, yapılan yeni bir mide, saatler süren operasyonla lenflerin temizlenmesi, karaciğerin üçte ikisinin kesilip atılması sonunda Afyonkarahisar’da teşhisi konulan ümitsiz vakamız İstanbul’da ümit var hale dönüştü.
Ameliyattan belli bir süre sonra da eve getirildi.Aylarca süren (bebek bakımı gibi) itinalı, titiz bir bakımla eşim iyileşmeye başladı. Kırk kiloya düşmüş, iskelet haline dönüşmüş bedeni tıpkı kışın yapraklarını döküp kurumuş görünüme bürünen ağaçların, baharda yeniden yeşermesi misali usul usul gelişti. Çocuklarım babalarının hastalığı ve ameliyat sonrasındaki perişan halini gördükçe daha bir olgun, daha anlayışlı birer birey haline dönüştüler.
Kızım babasının yüzündeki her ifadeyi izliyor, babası acıdan yüzünü buruşturduğunda gözyaşları inci gibi akıveriyordu yanaklarından.Babası her seferinde “korkma meleğim, ben çok iyiyim, daha da iyi olacağım” diyordu.Kızımın mutfakta, bahçede, yatakta bana sorduğu soru hiç değişmiyordu.
- Babam ölmez değil mi anne?
Bunu sorarken yüzündeki ifadeyi anlatabilecek kelimeleri inanın bulamıyorum. Acaba ölümün ne olduğunu kendince düşünebiliyor muydu, nasıl bir şey hayal ediyordu inanın bilmiyorum. Zira o süreçte evde bu konu hakkında çocuklarımla hiç konuşmadım. Onlara babalarının biraz rahatsız olduğunu, İstanbul’da tedavi edildikten sonra eve geleceğini söylemiş, normal yaşamlarını devam ettirmeye çabalamıştım.
Elbette giden baba ile dönen baba arasındaki korkunç farkı görüyorlardı ama mümkün mertebe babalarının odasına girmemelerini sağlamaya çalışıyordum. Kapıdan babalarına bakıyor, babaları da onlara el sallayıp, iyiyim diyordu. Zaten eşim İstanbul’dan dönünce tıpkı taşındığımız günlerdeki gibi evimiz insanlarla dolup boşalmaya başlamıştı. İnanılacak gibi değil biliyorum ama belli bir zaman diliminde evimin salonundan, bahçemden binden fazla insan gelip geçti. Eşim en az dört bin kişi diyor da, ben o koşturmaca içinde kişileri sayacak durumda değildim.
Çocukları okula götürüyor, dönüyor, eşime takılan bağırsağı mide haline dönüştürebilmek için doktorun dediklerini harfiyen uyguluyor, günde belki sekiz kez farklı bulgur pilavı pişirip yedirmeye uğraşıyor, gelen gidenleri ağırlıyor, öğleden sonra koşup çocukları okuldan alıyor, yine o koşturmaca içinde evlatlarımın dersleri ve diğer konularla ilgileniyordum.
Akşam el ayak çekiliyordu ama sabaha kadar da eşimin ayakucunda hazır bekliyor, gece rahatsızlanırsa, ya da bir ihtiyacı olursa diye tilki uykusu şeklinde sabahlıyordum.
Zor zamanlardı. Gerçekten çok ama çok zor zamanlardı. Tsunami misali, zamansız ve habersiz geldi, vurdu, yıktı, kırdı ama geçti, bitti.
Başta dediğim gibi herkesin hayatı kendine göre romandır mutlaka. Yaşanılanların size verdiği acı ya da mutluluklar, başınızdan geçen olaylar, çevrenizde gördükleriniz, etkilendikleriniz, yakın akrabalarınızın yaşadıklarının size yansımaları kısaca sizin ve başkalarının hayatlarındaki olaylar sizin için kazanılmış tecrübeler zinciri olur ve bunun tümü sizin yaşamınızdır. İşte bu yüzden, herkesin hayatı kendine roman derim hep.
Benim hayatım da benim romanım. Meleğimle daha da anlam kazanan bir roman.Bir gün, durup dururken oturayım da kendimi anlatan bir roman yazayım diye aklıma geldi sanmayın sakın. Yazmak istedim, zira yazmayı seviyordum ama hepsi bu değildi. Kendime sorduğum sorunun (niye yazayım?) cevabını bulmuştum artık.
Yazmak istedim, zira yaşadıklarımız, mutluluklarımız, çilelerimiz, karşımıza çıkan insanlar, hastalıklar, kavgalar, mücadeleler velhasıl hayatın kendisi okullarda öğrenilemeyen pek çok şeyi öğretiyordu bize.
Ve öğrenilenler, deneyimler paylaşılmıyorsa, bir insana bile fayda sağlayamıyorsam, bir salyangoz misali şu dünyada bir iz bırakamayacaksam, yaşadım dememin ne kıymeti olur ki?