Kalp düşünebilseydi, atmaktan vazgeçerdi ...
[ Fernando Pessoa ]
Herkes yalan söyler.
Hayatta en sevdiği insana; ben sana hiç yalan söylemedim derken bile yalan söyler insan.
Kimse çektiği acıların çevresi tarafından afişe edilmesinden hoşlanmaz. Dilenciler çektikleri acılar için yardım dilenirken insandan bunun karşılığında, sevdiklerimize kavuşmamız için, sevdiklerimizden ayrılmayalım diye dua ederler. Sanki hayat sadece sevdiğimiz kadınlar ya da adamlardan ibaretmiş gibi... Sanki insanın acı çekmesinin tek sebebi insanmış gibi....
Ben yol kenarına atılmış kedi, köpek cesetlerini görünce de oturup ağladığımı bilirim. İnsan öldürmek için yaratılmış gibi geliyor bana hep, Zarife de beni öldürmek için gönderilmiş bir melek olabilirdi. Bir şiirde '' Affet bu siyah ve transparan duayı. Ben zaten gecenin arka cebinde falçatayım.'' gibi bir söz geçmişti Zarifenin okuttuğu şiirlerden birinde.
Hayatı boyunca şiir okumayan bir erkek için, benim için yani, yarı baygın, yarı sarhoş, yarı ölü ve kolkola çıktığımız pavyon gecelerinin sonunda o damı akan iki odalı gecekonduda ona sarılıp uyumak zaten bir şiirden fazlası ediyordu.
Sabaha karşı ezandan hemen sonra,hayallerimin ve de tüm hayal kırıklıklarımın yeryüzünde ki vücut bulmuş haline sarılıyordum, bazı sabahlar ağlardı.
Siyah kirpiklerinden süzülen yaşlar beraberinde getirdikleri rimelleri dağıtırlardı yüzüne... Yüzü yaşlı ve yorgundu hep ama gözleri... Bakınca alırdı beni içine, kaybolurdum. Yuvarlanırdım sanki taşlı bir çimenlikten çocuk gibi... İçine düştü mü dizlerim değil gözlerim kanardı. Kara gözlüm sarılıp ağlardı saatlerce.
Bir insan ne çeşit acılardan geçer saatlerce ağlamak için?
Kim sarılsa ağlıyordu şu dünyada bana...Zarife sarılsındı yeter ki, ağlasındı.
Kaçıp uzaklara gitmeyi hayal etmedik hiç. "Öyle büyük hayaller kuramayız" derdi hep. Büyük hayaller zenginlerin işi, biz bu dünyaya çile çekmeye geldik, çekip gideceğiz derdi.
O pavyon senin,bu pavyon benim dolaştım bütün İstanbulu peşinden. Tarlabaşı'nda, Aksaray'da, Maltepe'de, Şile'de sonra Ankara'da buldum kendimi... Bir gece kimden kaçıyorduk neden saklanıyorduk bilmiyorum, gezmedik yer kalmadı peşinden.
Bir sabah uyandım, güneşin bile girip aydınlatmaya tenezzül etmediği, geceliği 30 liraya kaldığımız pansiyon odasında, içimde bir yalnızlık şarkısı sarhoş bir ağızla tekrar ediyordu.
Kahvaltılık nevale almaya gitmiştir diye düşündüm. Köşede her sabah poğaça aldığımız bir ihtiyar vardı. Cama koştum, güneş yüzüme sahici bi tokat attı. Ağzım leş, baş ağrısı da cabası, feneri nerede söndürdük Allah bilir.
Bilir ya birbirimize "hiç ayrılmayalım ömrümüzün sonuna kadar birlikte olalım" gibi yalan vaatlerde bulunmadık hiç. O, bir gün böyle aniden gidecek, ben kendimle ve acılarımla başbaşa kalacaktım. Gümüş renkli makyaj aynasını komidinin üstünde bırakmıştı, yüzümü görünce aynada, kendime kızdım. Tutup fırlattım duvara, kırılan cam sesi kadar intihara sürükleyen başka bir ses var mıydı dünyada?
Kırılan bir maddenin, irili ufaklı parçalara ayrılması gibiydi hayatım. Kibrit kutusu büyüklüğünde bir parçayla kestim sağ bileğimi. Kan akarken sıcak sıcak avcumun içine giderayak adamakıllı ağladım.
Gözümü açtığımda babam orta yaşlı boynunda teleskop olan sıradan bir doktorla bana bakıp bakıp bir şeyler konuşuyordu.Kafamı sağa çevirince Figeni gördüm.Ona baktığımı görünce gülümsedi. Yüzünde ki yorgunluğu ve bitkinliği gülüşünden anlayabiliyordum. Pansiyonun sahibi Hayati abi haber vermiş babama, atlayıp gelmişler hemen... İstanbul'a götürmek için beni.babamla tek kelime konuşmadık.
Figen de hiç sormadı niye yaptın, ne oldu ne bitti diye. Havadan, can sıkıcı muhabbetlerle geçti yolculuk. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları hastanesinin bahçesinde buldum kendimi İstanbul'a dönünce. Babam kapıdan çıkarken ağladı yine, Figen de dayanamadı ağladı.
Ben ne ağlamak için, ne gülmek için, ne de konuşmak için bir sebep bulamıyordum kendime. Haftasonları Figen ziyaretime gelir sigaramı, harçlığımı verir mahallede olup bitenleri anlatırdı bana.
Gözlerinde hep benden birşeyler sakladığını, dilinin ucuna gelipte anlatamadığı şeyler olduğunu hissederdim.
Arada Nail de gelirdi onunla beraber. Askerliğini yapmış, nişanlanmış... "Düğüne kadar iyileşirsin sende abi, karşılıklı misket oynarız, sen gelmezsen evlenmem'' dedi.
Evlenirdi tabii,lafta bunların hepsi, kimse abisi akıl hastanesinde diye düğününü ertelemez. Koynuma girip sarılıp ağlayacak yaşı geçeli çok oldu. Hergün Norodol eşliğinde verilen Akineton ve belirli aralıklarla aldığım Diazem günden güne hissizleştiriyordu beni.
Kış geliyordu,Aralığın son pazarı geldi Figen. Ziyaretler içerdeki kafeteryada yapılıyordu. "Zarife" diye başladı cümlesine...
Ölü bedenim dirildi birden, içimde yan yatmış bir tren sarsıntısı hissettim.Yolcuların çoğu ağır yaralı, ölenler, çığlık atanlar, yardım isteyenler ve de yaşadığına sevinen binlerce duygu birden yüzümde şekil almaya başladı.
-Zarife niye terketti seni ? Düşündün mü hiç ? Onca sene peşinden gittin, gezmedik şehir, girmedik delik, bulaşmadığın pislik kalmadı. O seni tek başına bırakıp neden gitti, sordun mu hiç kendine ?
Hayır anlamında mı evet anlamında mı bilmiyorum kafamı salladım, içinde birbirine değmeden varolmaya çalışan binlerce duyguyu unuttum bir an, boş bulundum, midemin bulantısı dişlerimde ki uyuşuk titreme, sağ ayağımın durmadan sallanması kesildi birden...
Neden? der gibi baktım gözlerinin içine.
- Bir akşam baban eve geldi zil zurna sarhoştu, seni aramak istedi, telefonu elinde tutmaya mecali yoktu ben aradım, Zarife çıktı telefona, kendimi tanıttım, seni sordum işte, ama sesini duyar duymaz tanıdım, insan yıllar geçsede unutmuyor kendi canını.
Bir sigara yaktı. Gözleri doldu, sesi titremeye başladı. Gözlerimi hiç ayırmadım gözlerinden, yıllardır beklediğim duayı ediyordu sanki, şifa niyetine dinliyordum.
-Ankara'ya geldim ertesi gün, oturup çay içtik Sakarya'da bir çay bahçesinde. Seni ne kadar çok sevdiğinden bahsetti uzun uzun. Babası olacak o it.. Burnunu çekip sigarasını tuttuğu sağ eliyle yaşlarını sildi yavaşça. Babası olacak o it yüzünden kaçtı gitti. Geceleri odasına gidiyormuş gizlice, benim haberim yoktu, yavrucak korktuğu için söyleyememiş bana. Ters dönsün mezarında...Cehennemde kalsın kıyamete kadar...Çok aradım,gitmediğim yer sormadığım insan kalmadı bulamadım. Bulamadım. Yıllar sonra senin sayende gördüm kızımı, sarıldım, kokladım, anne deyişini duydum ama tutamadım yine elimde...
Bana Tanrının çektireceği ne çeşit bir acı kalmıştı diye düşünmeye başladım.
Akıl hastanelerinin en güzel yanı seninle eşit sayılabilecek derecede acı çekmiş insanlarla dolu olması.
Zarifeyi ilk gördüğüm gün geldi aklıma, ona ilk sarıldığım gece, ilk sevişmemiz, ürkek sokak kedileri gibi birbirimize sokuluşumuz geldi birden. Tanrının bana elini göstermesiydi Zarife, bense rest çekip yaşamayı tercih etmiştim. Belki de sağlam bir blöftü kim bilir. Kazanmak için vazgeçmek gerekir bazen, neyi kazandığın değil, neden vazgeçtiğin önemlidir.
Vazgeçilen onlarca hayalin içinden zarif bir serçe gibi geçti Zarife,kanatları kırık ve dilinde hep bir acı cümlesi...
A.Nebi Demirtaş