Sabah ışıklarını saçmaya başladığında o da uyanmıştı. Perdeler sonuna kadar açıktı. Griye meydan okuyan bulutları görebiliyordu yattığı yerden. İçi huzurluydu ama yine de bir an bulutlara içlendi. Hiçbir zaman ona istediği şeyi vermemişti bulutlar. Hafifçe kıpırdadı. Yanında uyuyan adama baktı. Sevdiği adama. Çarşaf sevdiğinin bacaklarına dolanmıştı. Gözlerini omuzlarına dikti adamın, kollarına, ellerine. Sonra doğruldu. Ayaklarını yataktan sarkıttı, yere bastı sessizce. Öyle şeffaf ve narindi ayak bilekleri. Bazı damarları görünüyordu dikkatli bakınca, bileğinin oradaki kemik yuvarlak ve parlaktı. Şöyle bir gerindi sessizce. Tüm ayak parmakları aynı anda yukarıya doğru dönüp geri yere bastı. Odada dolandı. Üzerinde beyaz bir elbise vardı. Siyah kıvırcık saçları omuzlarına düşmüştü, hızlıca düzeltti. Saçları deniz kokuyordu. Sevgilisinin en çok sevdiği kokuydu. Sakince cama doğru yürüdü. Çok büyük bir huzurdu hissettiği. Tüm canlılar yavaş yavaş uyanıyordu. Tüm güzel şeyler. Güneş salkım saçak çıkıyordu griyi ve bulutları dağıtarak. Otelin görevlisi çiçekleri suluyordu sessizlikte. Oynaşıyorlardı çocuklar gibi. Birkaç kişi yürüyüşe çıkmıştı. Hızlı hızlı yürüyorlardı. Gözüne güneş değdi. Uzun ve kıvrımlı kirpiklerini kırpıştırdı. Saçlarını tekrar aynı otomatiklikle düzeltti. Yatağa doğru çevirdi başını yine. Sevdiği adamın yüzüne baktı. Kollarına doğru güneş çarpmıştı onun da. Biraz izledi. Belki dünyanın hiç bilmediği yerlerinde, birbirlerinin varlığından bir yaşam boyu haberdar olmayacak binlerce kadın şu an sevdikleri adamların kollarına çarpan güneşe bakıyordu.
Birden bulutlar geri geldi. Güneş arkaya geçti tekrar. Denizin bazı kısımları parlak, bazı yerleri lacivert olmuştu. Her şey uyanıyor diye düşündü. Kötü şeyler de uyanıyor aynı anda. Oynaşan çiçekleri koparacak eller, güneşin ışığını kesecek bulutlar da uyanıyordu.
Belki şu anda dünyanın hiç bilmediği bir yerinde, hayatları boyunca birbirlerinin varlığından haberdar olmayacak binlerce kadın başını yastığa gömmüş, gözlerini sehpanın üzerindeki bir şeye dikmiş, yastığı tırnaklayarak sessizce ağlıyordu. Bir ceylan yavrusunu bir aslan parçalamaktaydı, bir kuş yuvasına bir yılan saldırmıştı, bir çocuk bir sokağa terkediliyordu. Bir adam ve bir kadın birbirlerini delicesine severken ayrı yaşıyorlardı, olamaz mıydı?
Elini cama dayadı. Hafif bir buğu oldu. İstemsizce bir şeyler çizdi. Hafiften ürperdi. Saat çok erkendi. Sevdiği adamın yanına uzandı. Uzun uzun baktı. Kaç çeşit mutluluk vardı hayatta? Ya da kaç çeşit hüzün? Bu sonsuzlukta buna benzeyen kaç tane sabah daha yaşayacaktı? Bu fikir onu ürküttü. Ürktü çünkü zaman geçtikçe bedeni yorulacak ama zihni aynı hızda devam edecekti. An ona yetmeyecekti biliyordu. Bir çarşaf gibi asmıştı ruhunu geçmişten başlayıp gelecekte biten ipe. Ne kadar açsa da kollarını hepsini kucaklayamıyordu. An ise o bulutlar gibiydi, hiçbir zaman istediği şeyi ona vermiyordu. Deniz kokan saçlarına gömüldü, gözlerini önce iyice açtı, sonra sıkıca kapattı. Nerede olmak istiyorsa orayı düşünmeye başladı, yine sonunu asla getiremeden ana yenik düşeceği bir hayale daldı. Uyandığında neyi hayal ettiğini bile hatırlamadan kalktı yataktan. An, kenardan ayak bileklerindeki şeffaflığın içinden geçerek yüreğine oturmaya hazılanıyordu. Şimdinin hapishanesinde uyandı yine. Sevdiği adam çoktan uyanmıştı. Gardiyanına aşıktı, sadık bir sevgiliydi. Tüm bu düşündüklerini düşündüğünü bile unutmuş, gidip adamın yanağına bir öpücük kondurmuştu. Kaçmak için kazdığı tünelden kendinin bile haberi olmadan banyoya yöneldi.
Yanlış zamanda, yanlış yerde olacaktı hep.
Bunu sadece an biliyordu.