8-9 yaşlarında mıydım neydim... Tam bilemiyorum. Küçüktüm işte. Annemin saçları her kız çocuğu gibi benim de en gözde, en kıymetli oyuncaklarımdan biriydi. Ne vakit bir işe, bir diziye, bir sohbete konsantre olması icap etse, o gür, kumral at kuyruğunu bir hamlede açar, “E hadi oyna azcık madem” diyerek; beni annelere has o kurnazlıkla “mute” konumuna alırdı...
Gıkım çıkmazdı oynarken. Yanımdaki tabureye türlü renkte ve biçimde toka, lastik, firkete toplar, plastik bir kaba da iki parmak su doldurur, saatlerce (muhtemelen en fazla 5-10 dakika ama bana çok uzun gelirdi o süre) mıncıklardım. Büyük bir şevkle tarar, bir sağa bir sola atar, dilimi dişlerimin arasına sıkıştırıp, değme kuaförlere taş çıkartacak bir sabır ve ısrarla kafamdaki modelleri uygulamaya çalışırdım.
Bir gün, akşam saatleri... Yine böyle annemin saçlarının içinde kaybolmuş; huşu içinde maharetlerimi sergilerken, kapı çaldı...
***
8-9 hafta önce miydi neydi... Tam bilemiyorum. Eski evdeyiz. Günlerden hafta içi bir gün... O gün, sabahtan beri kedi-köpek gibi birbirleriyle dalaşmaya doyamamış kızlarımı “Gelin buraya gelin! Yediniz içimi yediniz! Gelin, surat çizcem size!” diyerek başıma topladım. Bu sık yaptığım birşey aslında. Özellikle de kan davalı gibi birbirlerine her fırsatta kafa-göz girmeye çalıştıkları gergin zamanlarda...
Her zamanki gibi; Hira’yı uzun bıyıklı bir tekir, Mina’yı baygın bakışlı bir köpek yaptım. Sonrası malumdu... Onlar eğlendikçe ben keyiflendim, ben keyiflendikçe onlar eğlendi. Ve her defasında olduğu gibi, Hira’nın “Biz de sana yapalım anne n’oluuur!” ricası üzerine, ikisine de birer göz kalemi verip; yüzümü hiç tereddütsüz minik ellerinin takdirine bıraktım...
İşleri bittiğinde, ağızları bir karış açık; hayranlıkla eserlerini inceleyişleri görülmeye değerdi. Onlar kendi eserlerini izledi, ben kendi eserlerimi... Sonunda dayanamayıp, ağzımı dişlek yaparak “mihihiiiiiiiii!” diye üstlerine atladım. Yürekleri ağızlarına gelen bücürlerim, ayakları dolana dolana, duvarlara çarpa çarpa, ciyak ciyak kaçıştılar. Sonrası klasik bir kovalamaca, yerlerde yuvarlanmaca, birbirimizi mıncıklamaca, minik minik dişlemece şeklinde zıvanadan çıkma hâlleri. Bilirsiniz...
Eh, yorulduk tabii... Dahası, Köpek Kızın karnı acıktı. Mutfağa girdik, yemeği ısıttık. Sofra kuruldu. Arada banyoya girildi çıkıldı. Gelen bir telefona cevap verildi. Gerçek hayata dönünce sevimliliği belirgin bir biçimde azalan bendeniz, Kedi Kız yemek yemek istemediğini söyleyince tümden rolden çıktım, “Ne demek yemem! Yenicek o yemek! Doldur bakiim o kaşığı...” diye paylıyordum ki, kapı çaldı...
***
Annem önde ben arkada kapıya koştuk. Annem farkında değildi ama ben gözlerimi saçlarından alamıyordum. Öyyyle güzel olmuştu ki...
Olabildiğince ciddi bir ifade takınarak kapıyı açtı annem. Hiç unutmuyorum; apartman görevlimizin solgun yüzlü karısı Yeter, memelerinin altını kaşıyordu o sırada. Yorgun bakışlarını kirişten indirip “çöp” diyecek oldu. Gözleri annemin saçlarında, “ö” harfinde takıldı dudakları. “p” için birleştirmeye çabalıyor ama bir türlü başaramıyordu. Çok mutlu hissettiğimi, sevinçle sırıtarak parmak uçlarımda yaylandığımı hatırlıyorum. Yeter Teyze annemin saçlarını çok beğenmiş olmalıydı...
***
“Buyrun?” diye uzattım kapı aralığından burnumu. “Eee.. iyi günler” diyerek başını kaldıran genç kızın, fırından yeni çıkmış tazecik gülümsemesi, saniyeler içinde bayatlayıp küflü bir tebessüme dönüştü... Burnuma doğru konuşmaya devam etti; “Eee.. ben.. Şahika Su’dan geliyorum. Su şeyapıyoruz biz. Eee... denemek isters...“ Kapıyı tamamen açtım. Olabildiğince ciddi bir ifade takınarak bir iki soru sordum. “ Eee... tabii, tabii analiz raporlarımız var. Şeyde, ee... şurda broşürümüzd...” Bu kızcağız niye böyle tekleye tekleye konuşuyordu ki? Gözlerimin içine de bakamıyordu. Yazık, çekingen birisiydi kesin. Bir de kapı kapı gezme işi vermişlerdi garibime. “Tamam canım, ben bi inceliyim bakiim...” diye araya girdim, yine teklediği bir sırada. Tatlı tatlı gülümsedim ama karşılık vermedi. Gözleri yerde, merdivenlere doğru seyirtip canhıraş çantasını toplamaya koyuldu...
***
Annem Yeter Hanım’ın eline çöpü tutuşturup kapıyı kapatırken sessizce söylendi; “Bazen bi hâller oluyor bu kadına ha. Bi çöp alacak, iki saatte...” Tam salona dönecekken gözleri antredeki boy aynasına takıldı. Ellerini bacaklarına vura vura, “Hiiiiiiiii! Allah seni neetmesin! N’apmış beniiiiiii!!! Tevekkeli kadın konuşamadı benimle! Ahh Gözde, Ahh Gözde...”
***
Kapıyı kapatırken telefonluğun üzerindeki aynaya takıldı gözlerim. “İnanmıyoruuuummm...” kelimesi istemsizce dökülürken dudaklarımdan, gözlerim suratımın yarısını kaplayacak kadar büyüdü... O an, aynadaki aksimin yüzünde çok tanıdık bir ifade yakaladım... Alnının hemen üzerinden, kocaman ayıcıklı tokalarla 8 fıskiye yapılmış, kalan saçları da elektriğe tutulmuş gibi didik didik edilmiş annemin şaşkın bakışlarını gördüm bakışlarımda. Yanımda durmuş beğeniyle beni izleyen kız çocuğuna çevirdim bakışlarımı. Göz göze gelince muzırca kikirdeyiverdi.
Peş peşe patlattığım kahkahalardan cesaret alarak yanıma sokuldu, önce biri, sonra diğeri. Yeniden aynaya çevirdim gözlerimi. Kulaklarıma kadar uzanan yamuk yumuk bıyıklarda, çeneme doğru inen uzun keskin dişlerde, ışıl ışıl parlayan zifiri siyah burunda, yanaklarıma kondurulmuş irili ufaklı kalplerde gezindi bakışlarım... Yine bir kahkaha patlattım. Tarihin bu cilveli tekerrürü karşısında karmakarışık duygulara gark olmuş bir “Fare Kadın” olarak, aynadaki “8 Fıskiyeli Kadın”ı sevgiyle ve özlemle selamladım...