Ölüm yaşayanlar için her ne kadar iki dudak arasında olan bir kelime gibi dursa da, nefesimizle gidip gelen bir soluktur aslında. O kadar uzak gelir ki bize "ölüm" kelimesi, hiç yakıştıramaz ve yaklaştıramayız kendimize. Halbuki hayatımız boyunca her an yanımızda taşıdığımız tek gerçektir belki de.
Daha bir aylık anneyken göğsümün iltihap olmasıyla birlikte ağlaya ağlaya ameliyathaneye getirilirken ölümün pis pis sırıttığını görmüştüm. Evet aslında çok ufak bir ameliyattı benimkisi, doktor "en fazla yarım ve bir saat arası sürer" demişti ancak ben ölmeden önce ölüyordum sanki. Çaresizliğin çaresi yok der Onur. Yoktu gerçekten.
O kadar biçare, o kadar perişan girdim ki o soğuk, steril, bıçak kokan odaya, gözlerimi açtığımda ilk sorduğum şey: "Çocuğum nerede?" olmuştu.
Hayatın gerçekten de tabelaları var, ancak bunlar çoğunlukla acılardan oluşuyor ve ne yazık ki yolun başında değil, genelde sonunda bulunuyorlar. Halk dilinde ise bu tabelalara "tecrübe" deniliyor.
"O" bir gün, bir saat, bir dakika, "O" saniye, hayatımın en büyük ve en kötü "tecrübe"si olmuştu benim için.
Çünkü orada sadece kendi canımı değil, ardımda bir "CAN" da bırakabilirdim. "Ölüm son değildir" diye inanırız. Evet belki de son değildir gerçekten, yalnız ölümden daha korkunç bir şey var her anne için. O da evladını daha minicik bir yavruyken bırakıp gitmek. Onu başka ellere teslim etmek. Onu bütün kötülükler içerisinde yapayalnız bırakmak. Onu ardına bırakmak...
Oysa ne kadar basittir hayat yalnız ve gençken. Aşık olursun, ya da olmazsın, bir yuva kurarsın, ya da kurmazsın, ve bir evlat sahibi olursun. "Azıcık aşım, dertsiz başım" deyip belki de reklam anonsu gibi duran "Ha gayret Türkiye 3 çocuk" anonsuna özenirsin. Olabilir, olamaz değil, ancak sen terkettiğinde bu dünyayı, "3 çocuk" diyenler ne kadar sahip çıkacaklar senin yavruna? Bunu da düşünüyorlar mı acaba?
Bu sebepten unutmamak gerekiyor ki, anne baba olarak çocuklarımıza karşı sorumluluklarımız, daha da önemlisi yükümlülüklerimiz, daha varlıkları sadece düşüncelerde mevcutken başlıyor.
Her ne kadar hayatın matematiğine aklımız ermese de, yaşamımızın matematiğini biraz olsun kendimiz yapıp bazı şeyleri önceden hesaplamak gerekiyor. Hayat o kadar kestirme yol alabiliyor ki, sen o yolları kendin için olmasa da, ardına bıraktıkların ya da bırakabileceklerin için düşünmek zorundasın.
Bence maddi imkanlardan ziyade, çocuğuna bırakman gereken daha önemli bir şey var: İyi bir çevre! Güçlü, karakterli ve ona sahip çıkacak, iyi yetiştirebilecek insanlar; akrabalar, arkadaşlar, kurumlar... Ve güzel bir isim. Başkaları çocuğuna senden bahsettiğinde, çocuğunun gözleri sadece özlemle değil, gururla ve onurla dolmalı. Kafası dimdik ayakta durabilmeli. Bunun için de ilk önce karakterli, gururlu ve onurlu bir insan olmalı.
Evet o gün, o saat, o dakika ve o saniye hayatımın felaketiydi, yalnız şunu da anladım ki, her mucize felaketiyle gelebildiği gibi, her felaket de mucizesiyle gelebiliyordu.
Ve biz anne babalar olarak çocuklarımızın en büyük felaketlerinde bile, en büyük mucizeleri olmayı amaçlamalı ve bunun için çalışmalıyız.
Allah yavrularımızı anne-babasız bırakmasın....