Çok sevdiğim bir arkadaşımın –üstelik beni de tanıdığını düşünüyorum- ağzından şu cümle dökülüverdi birdenbire: “Sen hayatı uçlarda yaşıyorsun Ezgi…”
Bu klişeleşmiş sözcükler arasında kendimi ne kadar bulabileceğimi düşündüm. Beni çözdüğüne inandığım ve uzun süredir tanıdığım bir insan neden şimdi ve neden böyle bir cümle kuruvermişti karşımda? Bu klişenin benim hayatımı anlatma olasılığı ne kadardı? Hem sonra yaşamımda patlak veren , tuhaf olan ne olursa olsun ben bu gelgitlere kafa tutarcasına, bütün dönüm noktalarımı sıralı, ölçülü ve pişmanlıksız yaşamıştım. Üstelik son beş yıldır, benim diyen aile kadınlarına kafa tutarcasına sakin ve stabil bir hayatım vardı. Bunun neresi uçlardaydı? Neyi uçlarda yaşıyordum?
Bu cümleyi yıllardır gizlenmiş bir hakikat gibi yüzüme savuran arkadaşıma sordum. Neydi bu tespitin hikmeti?
“Kararların”, dedi. Dışarıdan görünmeyen fakat içimde süre giden ve sonunda ortaya bir kişilik parçası olarak çıkan kararlar… Onu anladım. Ona hak verdim. Hepimizin içinde, aynı anda ve aynı yerde barınan zıt ve belki dışarıdan tutarsız görünecek kadar farklı düşüncelerimiz, tavırlarımız, duruşlarımız, anlayışlarımız yok mudur? Hayatı tek tip bir ilkeyle anlatmak ne kadar imkansız çünkü, değil mi? Bunu hiçbir zaman nabza uygun şerbet vermek olarak düşünmedim. Bir tür politika ya da strateji de değil bahsettiğim, üstelik bundan özellikle kaçınırım. Tarafım daima bellidir, diplomasiden de hoşlanmam. Fakat işte bahsettim bu değil…
Bahsettiğim, bir insan hayatının barındırabileceği tüm inişler çıkışlar, düşüşler yükselişler, gel-ler ve git-ler benim yaşamımda ziyadesiyle vardı. Böylelikle hepsi için, her durum için bir çıkış, bir çözüm yolu bulmam gerekti. Her zaman doğru ve iyi olanı seçmedim elbette. Öfke dolu, çatışmaları körükleyen, “Halep oradaysa arşın da burada” diyip meydan okuyan bir yanım da mevcuttu. Gözümü yumup içine atladığım karmaşalar da öyle... Herkesin kriz ve korku yüzünden taş kestiği durumlarda sulardan serin kaldığım, nefretin coştuğu durumlarda kinsizliği ve sevgiyi giyindiğim haller de hayatımda onlarcaydı. Fakat umursamamak… İşte bu nasıl bir şeydir bilemedim.
Yalnızca içimde değil, yazgımda olan, başıma gelen şeylere baktığımda da her kutupta bir iz duruyordu. Varlığı da tanıyordum yokluğu da hatmetmiştim. Göçebelik ezberimdeydi fakat yerleşmeyi, konmayı seçmiştim. Bilmek ve öğrenmek için başımı kaldırmadığım kitaplar, defterler, filmler bile aklımın zerre ermediği bazı karanlıklara yetmemişti. İnsanları kutsal buluyor fakat en çok insanlara küfrediyordum. Dünya kentlerinde yalnızlık benim en sevdiğim rehberken, kendi memleketimin bir köşesinde gurbetliği en derinden duyumsuyordum. Kendimi hem anlıyor hem de anlam veremiyordum…
Velhasıl, bir cümle, -hem de klişe bir cümle- (muhtemelen arkadaşım kendi tespitine klişe dedikten sonra bir müddet bana bozuk atacaktır –olsun) beni yalnızca kendi hayatım için değil, bütün yaşam hikayeleri üzerine bir kez daha düşünmeye itti. Öykülerin gerçek hayata hitap etmesi ya da gerçek hayatın öyküleşebiliyor olması da zıtlıkların geriliminde yatıyordu. Yine yeniden, başka bir yolla fark etmiş oldum.
Kaçımız aynı ritimde süre giden, aynı renk, aynı tad, aynı sesin hakimiyetinde bir hayat yaşıyorduk ki zaten? En debdebesiz olanımız bile, en az bir fırtınanın içinden geçiyor, en az bir fırtınayı da için(d)e taşıyordu. Biz zıtlıklarımızı birbirinin üzerine katlayarak birikiyor, çoğalıyor ve yükseliyorduk.
Düşüşlerimizi çıkışlarımızın üstüne,
Yangınlarımızı su serinliğimiz üstüne,
Karanlıklarımızı sabahlarımızın üstüne,
Ayrılıkları aşkların,
Uzakları kavuşmaların
Varlığı yokluğun
Öfkeyi sükunetin
Duygularımızı mantığın üstüne katlaya katlaya sürdürüyorduk yaşamımızı…
Tıpkı krepon kağıtlarından kedi merdiveni yapar gibi, iki zıt renkle örüyorduk hayatımızın patikasını… Bütün uçlar ve çatışmalar yaşamın süsüydü ve başka türlüsü mümkün değildi. Birbiriyle çatışan, çelişen şeyler o kadar kolay o kadar hızlı yan yana geliyordu ki yaşadıklarımızı kedi merdivenlerinden ne bir eksiğine ne bir fazlasına benzetebiliyordum.
Arkadaşım bir yerde haklıydı, ben de –en olaysız yaşayanımızın bile bulaşacağı kadar uçlarda geziniyordum. Ancak ben bir ucu terk ederek diğerine varmaktansa hepsini aynı anda, aynı yerde istiyordum. Hiçbirinden vazgeçmek zorunda hissetmeden hatta Atilla İlhan’ın Ayrılık Sevdaya Dahil dediği gibi, ben de bütün renkleri birbirine dahil ederek, onlardan bir yaşam örerek ilerliyordum. Ben uçlarda yaşamıyordum belki, uçlar benim içimdeydi. Ben yalnızca onları üst üste üst üste katlayıp duruyordum… Tadına baktığım hiçbir lezzeti yadsımadan, onlar yokmuş gibi davranarak, sırtımı dönerek yapamazdım. Çoğalamazdım… Bu kedi merdiveni asıldığı yerde böyle pırıl pırıl durmazdı o vakit…
Sizin de olmalı bir kedi merdiveniniz… Muhakkak vardır.
Asıl soru şu: Siz hangi iki zıt renksiniz?