Gelince konuşuruz diyor eşim ama sesi hiç iyi değil, ağladığını anlıyorum.
Telefonu kapatır kapatmaz kütüphaneme koşuyorum. Ana Britannica ansiklopedisinden buluyorum down sendromunu.
Okuyorum, bir daha okuyorum… Bir daha, bir daha…
Olmaz…
Benim kızım değildir bundan… değildir… Yanılmışlardır mutlaka.
*
Kız Enstitüsü'nde (şimdi teknik lise deniyor) okurken, Çocuk Gelişimi ve Eğitimi bölümünü seçmiş, önce ileride olacak evlatlarıma iyi bir anne, sonra da anaokulu öğretmeni olabilmek için üç yıl eğitim almıştım yıllar önce. Okulumu iyi derece ile bitirmiş olmama, hem özel de hem devlet okullarında öğretmenlik yapmama rağmen, neden Down Sendromu denen şeyden haberim yok?
Ansiklopedide bu tür çocukların zihinsel özürlü oldukları, kalplerinin delik olacağı, en fazla on-oniki yaşına kadar yaşayabildikleri yazıyordu. Genellemedir bu, olur mu hiç öyle şey?
Tanrının verdiği canın süresine ansiklopedi mi karar verecek?
Ağlıyorum.
Yedi ay bedenimle bütünleşmiş evladımın tam olarak ne olduğunu bilmediğim hastalığına mı ağlıyorum, öleceğine mi ağlıyorum bilemiyorum ama gözyaşlarıma hakim olamıyorum.
*
Kızım hastanede kaldığı on yedi günün sonunda taburcu edilince, evden önce dosdoğru Cerrahpaşa’ya gidiyoruz. Eşim önceden genetik merkezinden randevu almış.
Hastaneye yattığında 2200 gr iken şimdi 1600 grama düşmüş, kafasından serum verildiği için ipek saçları traşlanmış, kırış kırış deriden ibaret, sürekli uyuyan bir bebek var kollarımda. Melek kızım, Elif Nur’um.
*
İlgili bölüme geldiğimizde doktor bebeğimi köşede duran masaya yatırmamı istedi.
Biraz bekledikten sonra bölüm başkanı olan hoca geldi.
Eşimle biraz sohbet ettikten sonra bebeğimi yatırdığım masaya doğru gitti, şöyle bir göz ucuyla baktı.
Eşim bebeği soyup soymayacağımızı sordu.
Hoca “gerekmez” dedi. Bu çocuk down sendromu değilse, bileklerimi keserim.
Çekinerek sordum.
-Hocam ne yapmamız gerekiyor?
-Bir şey yapmanız gerekmiyor
-Yani beslenmesi ve benzeri şeyler…
-Nasıl bakıyorsanız yine öyle bakın, eğer ölmezse üç ay sonra kontrole getirin.
-Anlamadım nasıl yani?
-Şöyle...bu tip çocuklar çok yaşamaz, ölür.
Ağlamaya başladım. Yaşlar gözümden sicim gibi iniyor. Doktorun bu soğuk ve kısa konuşması ile sanki başıma bir balyoz yemiş gibiyim.
Hoca yanındakilere kısa talimatlar verip, geldiği gibi çıktı gitti.
Az sonra başka bir doktor geldi ve çocuğu tutmamızı söyledi. Elinde kocaman bir iğne vardı ve kızımın boynundan bir tüp dolusu kan çekti.
Hala ayakta durabildiğime , bayılmadığıma göre galiba çok güçlü bir kadınım… Ama ağlıyorum sessizce, gözyaşlarıma hakim olamıyorum.
Eşimden bazı bilgiler aldılar ve gidebileceğimizi söylediler.
Arabaya bindik eve dönüş yoluna çıktık.
Kızımı öpüyor ve ağlıyorum durmadan.
-Ağlama, dedi eşim…ağlama artık
-Ne olur bırak beni, bırak bugün doyasıya ağlayayım. Zira yarından itibaren ağlamayacağım. O adam kendini ne sanıyor Allah mı?
-Ellerine benzer vakalar çokça geldiği için öyle söyledi sanırım.
-Eline ne gelirse gelsin, bizim yüzümüze o şekilde söyleme hakkını kim veriyor ona?
Bu gün ağlayacağım, ama bu isyandan değil. Zira biliyorum ki canı veren de alan da bu doktor değil, Allah.
Eve kadar kızımı hem kokladım, hem ağladım.
Savaşımız başlıyor kuzucuğum…
Biz güçlüyüz, başaracağız…