İkizlerim hayatımın tam ortasına oturmuşlardı.
Şairin dediği gibi,
"Yaş otuz beş! yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün."
Evet, otuzbeş yaşındaydım, ikizlerim beni bir anda üç çocuk annesi yapmıştı.
Büyük oğlum on dört yaşındaydı, bıyıkları terliyorken, ikiz kardeşlerine bakma telaşıyla terlemeye başlamıştı bizimle birlikte.
Annem ve oğlum Hızır gibi yetişiyorlardı, her zor durumda.
Bizi biz yapan analarımız, ne mübarek insanlar. Bizi yetiştirdikleri, her türlü çilemizi çektikleri yetmezmiş gibi, torunlarına da ana oluyorlar. Bizim durumumuzda ya da bizden çok daha zor şartlarda savaş veren engelli annelerinin yanında hep analar (ya da ana duyarlılığında olanlar) var.
Ben kendimi hep şanslı hissettim bu konuda. Ümitsizliğe kapıldığım olmadı mı? Elbette olmuştur, neticede insanız. Ama hem annem, hem büyük oğlum varlıklarıyla öyle desteklediler ki beni, zor anlarımdan onların sayesinde çabucak kurtulabiliyordum.
İkiz anneliği zor zanaat. Yaşayarak öğreniyor insan. Yardım edenin yoksa vay haline.
Şimdilerde, belediyeler ikiz bebek bakıcılığı konusunda kurslar açıyor, isteklilere öğretiyorlar.
Esenler Belediyesi bu işin önderlerinden. Elbette bu projenin mimarı, ikiz bebek annesi olan Özlem Şinik hanımefendiye de buradan teşekkür etmek gerek.
Eskilere döneyim yeniden. Bir detay var ve bu sanırım çok önemli.
Kızım, oturduğu yerden devamlı olarak kardeşini izliyor.
Oğlan her ne yaparsa, dikkatli bir şekilde bakıyor, anlamaya çalışıyor.
Sanki kafasında bir yerlerde bir kamera var ve olan biten her şeyi oraya kaydediyor gibi bakıyor. Kardeşi yanında olunca daha mutlu oluyor.
Televizyonda çizgi filmleri de çok dikkatli inceliyor. Hareketli olan her şeye dikkatini veriyor. Bunları gözlemek bence önemli. Eğer çevresinde olan bitene kayıtsız kalmıyor, inceliyorsa başka şeylere de dikkatini verebilir diye düşünüyorum.
Oğlan pek hareketli ve sürekli sesler çıkarıyor. Agulama devresi bitti, artık anlamlı sesler başladı. Kızım ise hala suskun. Tek tesellim acıkınca ağlaması. Aferin benim güzel kızım, asla pes etmek yok. Biz güçlüyüz, başaracağız…
Boş zamanlarımda internetteki aramalarıma devam ediyorum. Bir dolu bilgi bulsam da İngilizcem yetersiz kalıyor, anlamakta zorlanıyorum. Bulduğum her bilgiyi bir web sitesinde toplamayı düşünüyorum ama bunu başarmam için gerekli programı kurmam ve çalışmam gerek. Oysa boş zaman bulmak ne mümkün.
İlk üç ay, çocukların yoğun bakımı yüzünden yatak odası ve banyo arasında gidiş gelişlerle geçmişti. Sonraki üç ay ise işlerin rutine oturduğu, daha doğrusu annemle beraber kontrolü elimize aldığımız bir üç ay oldu. Yaz, bu kontrollü bakım ile çok güzel geçti.
Almanya'dan izinlerini geçirmeye gelen ablalarım da çocuklarla ilgilenince, gerçekten biraz rahatladım. Eşimle, oturup sohbet edecek zaman bulabiliyorum artık. Onunla konuşacak ne çok şey vardı. O, mutlaka Down Sendromu ile ilgili birçok bilgiyi benden önce edinmişti veya ben öyle sanıyordum.
Kızımız hakkında konuştuğumda, nedense fazla konuşmak istemiyor, konuyu değiştiriyordu. Oysa benim buna ihtiyacım vardı.
Belki birbirimizi bu konuda tam olarak anlayamıyorduk, bilemiyorum.
Ben, kızımın büyüdükçe daha normal hale geleceğine olan inancımı koruyordum.
Oysa eşim, bana belli etmese de sanırım bu fikirde değildi.
Yine bir akşam konu kıza geldi.
Ona, gündüz gözlemlediklerimi, oğlanın yapabildikleri ile kızın yapamadıklarını anlattım ve acaba kızımız ne zaman başarabilir diye sordum.
Eşim yüzüme baktı ve ilk kez kesin bir dille;
- Bak, dedi. Şunu anla artık. Bu çocuk oğlan gibi değil. O, kromozomlarından dolayı farklı.
- Biliyorum.
- O zaman şunu da bil artık. Bu çocuk ne yürür, ne de doğru dürüst konuşur. Yapamaz bunları.
- ??????
O anda bana aylar önce, “Bu çocuk ölür, ölmezse getirirsin” diyen doktorla eşimin birebir benzeştiğini düşündüm.
Anlamıyorlardı.
Anlayamazlardı beni.