Uzmansel Ailesi ve Tatilsel Maceraları
Biz bu yola nasıl çıkabildik?
Sanırım Eylül gibiydi. Yorgunluğum tavan yapmış, ama o tavan görünmüyor… Artık depresyon ihtisasımın mezuniyet yılındayım sanki, o kadar tanıdık kederlerden geçiyorum ki, beni şaşırtmayan bir depresyon bu… Uykusuzlukla besleniyor, yalnızlıkla semiriyor, peş peşe gerçekleşen küçük ve sıkıntı dolu olaylarla daima canlı kalıyor… Penceresiz bir odaya hapsolmuşum adeta, bana güç verecek, soluksuzluğuma imdat olacak herkes uzağımda… Sevdiğim adam ise benim karanlığım karşısında biçare… Ne kadar gücüm, cebimde kalmış yedek gülüşüm varsa hepsi Rüzgar Ali’nin. Onun için ayakta olduğumu hissediyorum, biliyorum…
Derken, üç bin beş yüz kilometre uzaklardan bir ses duyuluyor, diyor ki, haydi kalk yanıma gel, seni pamuklara sarıp sarmalayım. Perişan oldun, yoruldun, tükendin… Duyması bile güzel, bu desteği hissetmek, kollarını açıp size şifa vermeyi isteyen bir insanın varlığını bilmek… Bunu hiçbir şeye değişmezsiniz. Bu öneri geldiğinde, “geldim say” diyorum… Çünkü o penceresiz odadan çıkacaksınız da, oraya gidebilmek için kanatlanacaksınız… “geldim say” demek “imkansız ama keşke” demek gibi…
Ama o dost, ısrarcı… Benim kadar kolay vazgeçmeyecek, bu işin peşini bırakmayacak. Beni orada görene dek, bana kendi çarelerini sunana dek içi elvermeyecek… O yüzden sistematik olarak davetlerine devam ediyor…
Bir kahve içimi esnasında, Deniz’e çıtlatıyorum… “Hani” diyorum, “Sezen’in yanına, Frankfurt’a, gidebilir miydik aşkım?”
Gülümsüyor sadece… Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?, der gibi… Bizim için böyle şeyler artık büyük şeyler, der gibi… Bebeğimle ben gitsem, diyorum… Gözümün içine bakıyor, biliyorum, anlıyorum, elinde olsa, bana iyi geleceğinden emin olduğu bu seyahatime ilk önce o destek verecek. Ayrıntılara girmiyoruz, konuşmuyoruz…
Peki, telefonun diğer yanındaki can dost duruyor mu? Hiç durur mu? Bir an olsun vazgeçmeden bizi ikna etmeye çalışıyor… O beni bu kadar canla çağırırken, ben onun yanına gitmeyi bu kadar arzu ederken “hayır” demek, cevaptan sayılmıyor…
“Peki, o zaman” diyorum… Ama bana zaman ver, canımı dişime takıp çalışayım, her şeyi tamamlayınca yanına geleyim. Onda bir karnaval havası, bir sevinç… İnsan bu kadar heyecanla beklendiği yere gitmek istemez mi? Ama Deniz isimli koca insanı, benim kadar inanmıyor. Başarabilir miyim, emin değil. Sonra bir araba işi var, üstelik bazı süreçler bekliyor onu, halletmeden adımını atamaz… Bu onun “hayır” deme nedeni…
Tabii bu bizi davet eden dostumu ikna etmiyor, inat değil mi arkadaş! Bir akşam öyle oluyor, böyle oluyor, bir telefon, Deniz’i ikna turları… Artık Uzmansel ailesinin hiçbir ferdi, Sezen Acem’e hayır denilemeyeceğini biliyor.
O tarih itibari ile bendeniz, gece gündüz çalışarak, bu seyahat için gereken bütün nevaleyi toparlıyorum. Pasaportlar yenileniyor, Rüzgar Ali’nin de bir pasaportu ve haliyle afili bir biometrik vesikalığı var. Gömlekli, mömlekli… Saçlar yandan taranmış…
Tabii çalışmaların sonu yok, bir yandan seyahat hazırlıkları, diğer yandan diğer işlerin ağır yoğunluğu, her yer iğne iplik dolu, her yer kumaş, keçe dolu… habara debara dikiş dikmeye devam ediyorum…
Ve o ilk konuşmamızdan tam 5 ay sonra, iğnemi, ipliğimi elimden bırakıyorum. Etrafıma bakıyorum. Yüreğime külçe gibi çökmüş sıkıntılar yerli yerince duruyor. Ancak artık yol zamanı… Valizlerimiz beni bekliyor. Sevgilim ve oğlum, ikisi de hayatlarında ilk kez bu toprakların dışına çıkacaklar. Birisi çok heyecanlı, birisi her zamanki halinde… Bense başardığıma inanamıyorum. O karanlık odadan çıkmak üzere miyim? Kanatlanmak üzere miyim? O dostun yanına varmak üzere miyim? Bunun hayretleri ile doluyum…
Kendimi çok yorgun hissediyorum sadece. Frene bastım ama hala duramadım sanki bu savrulma sona erecek mi? O an hiçbir şey bilmiyorum, uçak kalkarken başımı sadece bir an için yaslayıp böyle olmasını diliyorum.
Bir yere gitmediğimi biliyorum, bir insanın yanına gidiyorum. Kavuşmak benim için hep zor iş vesselam…
Doyçland Yolları-2 gelecek hafta