Benim telefonum arkadaşımın, eşimin, dostumun evidir. Benim telefonum bir sohbet durağıdır, sıla yarısıdır. Benim telefonum, geçerken uğradığım dostumdur. Uzaklarda olan insanların iletişim cihazları, artık bir makine olmanın ötesinde ise, beni on gömlek yukarıda değerlendirebilirsiniz.
Ne zaman bir arkadaşımla konuşsam, eğer yakınımda yöremde birileri varsa, çoğunlukla patlarcasına güldüğüme, konuştuğum kişi ile aramda oluşmuş ve kimseciklerin anlamadığı tuhaf konuşma diline şahit olur. O görüşme bittikten sonra ise gözümün içine bakarlar… Benim açıklamam ise basittir: “Ben deli seviyorum arkadaş!”
Sahiden tamamını “normal” gerçekleştirebildiğim kaç tane telefon konuşmam var, hiç bilmiyorum. Bir, belki iki… O kadar yani… Bizde ağlamalar ağlama değil, gülmeler gülme değil, öfkeler, özlemler… Hepsi yoğun, hepsi patlama halinde… Bu kadarı telefonda olur mu demeyin, yüz yüze olamadığımızda jest ve mimiklerimizle ifade ettiklerimizin yerini sözel betimlemelerimiz alıyor. Betimleme üslubunuz ne ise artık, konuşmanın seyrini değiştiriyor… Hele bir de karşınızdaki deliyse ve siz normal görünen ama huniyi fötr şapka niyetine takacak oranda çılgınsanız, o konuşma tam seyirlik…
Hah… Şimdi bu konuşmalardan pay biçerek devam edelim…
Frankfurt’a, yanına gittiğim dostum Sezen, bu konuşmaların faillerinden biridir. İşte öyle bir insanla bir de yan yana geldiğinizi düşünün… Enerji patlaması! Ve ben bu enerji reaktörünün karşısında olsa olsa, on mumluk tasarruf ampulü gibi kalıyorum. Hele bir de o yorgunluğun üzerine… Unumu elemişim, eleğimi asmışım, o elek bile artık bir tarihi esere dönüşmüş adeta… Üzerimde nasıl bir ağırlık… Ama o hiç durmuyor, kendimi dinlememe müsaade yok. Zaten ne zaman duracak olsam, iç seslerim üşüşüyor ve omuzlarım düşüyor… Sezen’in bana reçetesi bu imiş meğer… Beni içine gömüldüğüm yorgunluktan böyle silkeleyecekmiş. Çivi çiviyi sökecekmiş… O an mırın kırın etmelerime hiç aldırmadan habire deviniyoruz. Kendimizi bir an eski kentin içinde buluyoruz, dar sokaklar, eski binalar, geleneksel yerler, yemekler… Aaa sonra bir bakmışım kapalı bir havuzun içinde oluşturulmuş yapay bir akıntıyla sürükleniyorum… Ya da elimde iki tahta çubukla uzak doğu yemekleri tırtıklarken, ertesi gün şöminenin başında Frankfurter yiyorum… Rüzgar Ali’ye emzirmek için ulaşabiliyorum sadece, çünkü iki tane cevval kız çocuğu, Selin ve Sude hamur gibi yoğuruyor oğlumu… Halinden nasıl memnun, dili çözülüyor. Çok ama çok geveze, ah bir de ne dediğini anlasak… Geceleri delice uyanmasa her şey müthiş olacak ama bebek değil mi işte? Sonra, gün oluyor bir indirim deryasında alışveriş ediyorum, kendi alışveriş yapma hızıma yetişemezken ertesi gün bit pazarında porselen, Baviera yapımı kahve fincanı için delicesine pazarlık yapıyorum. Gündüz güneş hafiften görünüyor, akşam pat diye kar indiriyor. Evimden iki adım ötedeki sinemada ne flimler oynadı, hepsini kaçırdım neredeyse; Ama hayır kilometreler tepiyor ve bir sinemaya gidiyoruz ellerin Doyçlandında. Kendimi bir sinema salonunda, Cem Yılmaz’ı izlerken ve ön koltuğu tekmeleyerek gülerken buluyorum. Karnım ağrıyor ve gülerken saçmalayacak kadar gülüyorum.
Market, çarşı, Pazar geziyorum ki, bence bir seyahatin bam teli oralardır. Faşing denilen bir karnavalın arifesiymiş meğer… Herkes kılık değiştirip, yollara saçılacak… Geçitler, içkiler gırla gidecek… Orada faşing bebeği denilen bir olay varmış. Artık ne kadar içtiğini hesap edemeyen kadın ve erkeklerin münasebetleri ile ağustosta doğum patlaması yaşanırmış… Biz bu faşinge yetişemeyecektik ancak marketlerde bir kostüm satışı almış gidiyor… Ekmek almak için girdiğimiz markette, kendimi bonus perukları denerken, devasal gözlükler takarken, koca bira bardağı figürlü şapkalarla oynarken buluyorum…
Bütün bu hayhuyun, bu gezmelerimizin yanında nice maceralar, eğlenceler… Ama Sezen’in gözünden bir şey kaçmaz… Korkulu, kaygılı bakışlarımı, iç çekişlerimi görüyor… Döneceğini bilmenin ağırlığı mı dersiniz, döneceğiniz yerin sizi yine yutacağını bildiğiniz için duyduğunuz korku mu dersiniz, adına ne derseniz diyin, o şey içinize işliyor. Bakışlarınızdan fışkırıyor. Ne zaman unuttum ben bir şeylerin tadını çıkartmayı diye kendime hayıflanmam da cabası…
Ama duruyorum ve anlıyorum…
Ben kendi sorunumla yüzleşmeden, içimdeki gücü ve kendi sınırlarımı görmeden bunu çözemezdim ki. O devinim, benim içimde bir fay kırılmasına neden oldu… Taşlar bazen böyle yerine oturur… Bir şeyi toplamadan önce iyice dağıtırsınız, tamir etmeden önce iyice parçalarsınız… Bu seyahat, bu devinim bendeki katılaşmış kederi yerinden oynattı… Hareket ettikçe parçalandı, ufalandı…
Eve dönerken, beni yakacağına inandığım bir hüzün bekliyordum. Ama o hüznün yerinde alınmış kararlar vardı. O hüznün yerinde, sakinlik, oluruna bırakmışlık, dinlenmişlik vardı…
Bir süredir, Hakan Günday’ın, Kinyas ve Kayra’sındaki şu cümleye takılmıştım: “Yolculuğun hiçbir derde deva olmadığını anladığım gün yıkılmıştım.” Bu cümlenin doğruluğunu, neredeyse kayıtsız şartsız kabul etmek üzereydim.
Ta ki bu sabah uyanıp, pırıl pırıl ve pürüzsüzce gülümseyene kadar… İçimde o kuntlaşmış kederin zerresini bulamadım. Gitmişti…
Beni deliliği, iyiliği ve hayat tutkusu ile tedavi eden Sezen’e teşekkür ederim. Bana sadece evini açmadı, bana yüreğini açtı, oraya aldı, orada silkeledi, döktü, kendime getirdi…
Eğer çare Fizan’da olsa gider getiririm deriz ya hani, ben de çaremi almak için Doyçland yollarına düştüm… Aldım… Geldim…