Hiç sordunuz mu kendinize “anakara” mıyım yoksa “ada” mı diye…
“Ada”lar, anakaranın “uzak”laşmadan ulaşılamayacak kadar “uzak”ları ve uzağa yakınlaşmak, “uzak”laşmak...
“Ada”, anakaranın bir parçasıyken kopmuştur, ayrılmıştır ondan ve “uzak”laşmıştır.
“Ada”, uzaktır. Uzakta olandır…
Anakaranın parçasıydılar bir zamanlar, anakaranın parçalanmışlığı oldular bir zaman…
“Ada”lara ulaşmak için gitmek gerekir anakaradan ancak bu gitmek; uzaklaşmak. Ne kadar yakın görünürlerse görünsünler unutmamak gerekir ki bu, hep “belli bir mesafe”den… “Ada”lara uzaklaşılmadan gidilmez, kendinden çıkarsın yola, kendinden uzağa… Varsan bile bir “ada”ya, fark
edersin ki en yakınındayken en uzağındasın aslında… Gelmişsindir ama kalamazsın; varmışsındır ama ulaşamamış olduğunu anlarsın.
“Ada”lar…
Yakın görünseler de bakıldıkları anakaradan, “asıl”larında uzaklar…
Ayrık, gizemli ve bunlar da zaten onların çekimi… Bu en dokunulmazlarının en çok dokunulmak istenmesi de çekimin bedeli, çektikleri…
Kıyıları yok başkalarına… Kendileri kıyı başkalıklarına... Başkalıkları kayalıkları, kayalıkları başkalıkları…
Güzeller umursamazca, umarsızlar güzelce… Sessiz, en güçlü sözleri; sessiz sesli, “kim”likleri…
Anlatırlar sorulursa, belli bir mesafeden de olsa… Ama onların anlaşılacakları anları, anlamlandırılacak suskunlukları…
“Ben buradayım” diyorlar varlıklarıyla ama ekliyorlar suskunluklarıyla… “Sakınmasızım, buradayım ama sen gelemezsin ve bunu bilmiyorsun daha.” Çünkü biliyorlar ki “gelmek” gelinenin kabulüncedir.
“Geldim” dersin, “fetih benim, işte oldu zapt ettim” halbuki geldiğince gitmişsindir, yakınlaştıkça anlaşıldıkça ilerliyorum sana sana, geri geri gitmişsindir...
“O”nda olabilmektir, “O”rada olmak; Orada olamadan da olunabilir O’nda yeter ki karşılığın olsun O’nda…
İki tip insan var ya hani… Sevildikleri için sevinip sevenler bir de seçtiklerini sevebilenler… “Ada”lar seçtiklerini severler. Varlıkları bağırır gibi çeker ama “çekmezler” çağrılmadan geleni…
Tek başlarına ötede… Belli bir mesafede… Ve ne fethedilecek kara, ne zapt edilecek hazine var o “mesafe”de!
En kolay koşullarda bile zorlar… Ne araçla gitmeyi amaçla, ne bir aracı amaçla ne de amacını araçla.
Anakaradaki telaştan, kalabalıktan, çirkinlikten, çirkeflikten uzak… Kendileriyle yetinen, yerlerinde derindeler. Derinlik ve serinlikteler… Serinletirler, vurduğunda derinlikler.
“Ada insan”lar dediğim bir büyüğüm dedi ki; “Bazı adaların etrafı sığ oluyor, bazı adaların hemen yanı başı derin”. Ada diyecek oldum anneme ki kavrayışı derinden hemen: “Adaya mı yerleşeceksin” dedi, yorgundu belli… “Hayır” dedim. “Memnun oldum” dedi. Demedim geri; “Ada”laşır gibi oldum, artık “ada” çok ötede değil ve değil, öteki.
Peki, hiç yol yok mu onlara… Anladığım kadarıyla mesafelerini kucaklayana, uzaklıklarını kulaçlayana…
Almak için değil vermek için geleni alabilirlermiş kıyılarından içeri… Duyurdukları bunlar ama tabii bilemem çünkü bu duyulan da söylenmeden, yine belli bir mesafeden… Bir de tabii umarsızlıkları neye elverir, bilmem.