Bu memlekette yorgunlardan önce gamsızlar kapatırlar gözlerini yatınca… Ve geri kalanlar tüm dünyanın dert yükünü sırtlanırlar. İşte onlar, -tastamam insandırlar ki- kendi kuyruklarına basılmasa da can ağrısını hissederler. Gece vakti evladını eli kalbinde bekleyen bir annenin evhamı da onlara dert olur, sokakta aşağılanan bir delikanlının öfkesi de… İşyeri önünde vurulan bir adamın da, taşlanan güvercinin de… Kırılan kalemler, yalnız bir kişinin boynuna geçirmez ilmeği; öylesi insanoğluinsan herkesin ilmeğini giyinir, giyinir, giyinir…
Haber dinlemek dediğin bir süreç değildir öylesine… Bir sürü yara ucu… Her kötü haber, bir uç daha patlatır. Reklâmlar başladığında, çıngırmıngır programlar odalarda çınladığında o durgunlaşır; elinde bomba patlayan sübyanın annesine koşar ruhu, cayır cayır yanan bir körpenin yanına koşar… Öylesi, durgunlaştıkça yorulur…
Ağzına bin zahmetle giren lokma kolay geçmez boğazından… Aç biilaç direnen, ekmeği için savaşan herkes için o lokma gırtlağına varmadan bin parçaya bölünür. Bir tas çorba binlercesine pay edilir her kaşıkta… Öylesine, yemek içmek kolay değildir.
Sobasına sırtını verip ısınacak olur, kemiğine varmadan ateş yüreğine varır. Çünkü öylelerinin aklı, sobası olmayandadır… Öyle ya, karlı günde elalem beyaza dalar, şarkı türkü tutturur; -onlar da karı taşıyacak çatısı olmayanı, örtünecek yorganı olmayanı düşünür… İşte budur buzdan alev, sinede yanar ve yandıkça üşütür.
Dünyanın, ismi bilinmez bir köşesinde yeksan olur yerler duvarlar. Fakirlik diz boyuyken şimdi felaket almış yürümüştür. Herkes işitir bu haberi… Haber denilen nedir ki; insanın bir kulağından içeri yürür, diğerinden dışarı… Ama bazısı vardır ki işte ona mıh gibi saplanır. İnsan derdi insana dokunur… Ne kadar yıl adını bilmeden yaşamışsa o ülkenin; -hah işte- o kadar aklına düşer isimsiz, yaralı ve yetim çocukları… Kendi sessiz duvarlarına baktığında onları anımsar. Keşke, der içinden, keşke bir şey yapabilsem…
Evrenin ayağı burkulunca, bizzat tökezler onlar… “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” diye edilen dualar tutmuştur tutmasına; yaşlı ve kindar yılanlarla boğuşmak kalmıştır gamperest olana…
Ne hikmettir ki, o umursayanlar daha az güçlü, daha az imkânlıdır. Ekmeğini paylaşmaya gönlü vardır olmasına da, ekmeği zaten bir lokmadır…
Ve bazıları da- işte onlara dünyanın çamuru “ajitasyon” gelir. Hakkını arayan haddini bilecektir evvela. O had ki, kömür kokan bir sokakta başlar, tarhana pişen bir sofraya varır. Alınıp götürülen anaların yanıdır o had. Analarını alıp gidenlerin yanıdır. Ne gemi, ne de gemicik erişmez o sokaklara –kentin denizsiz mahalleleridir o haddin başladığı yerler. Yan gelip yatar bu insanlar –evet yatar- ama toprakta! Kardeş başını kendi başına vererek… Bir grup yanılmış azınlığın kürsüdeki VEBALİDİR o. O vebal bıçak gibi sırta saplanır.
Görmüyorsunuz diye daha az yaralısınız sanmayın! Dönüp hemen bakın! Sırtınızda ne yaralar, ne yükler var meğer… Kollayın sırtınızı! Zira, eğer onu yaslayacak bir kart hamiliniz yoksa, arkanızdan çok işler çevrilmiştir… Anlayacaksınız!!! Dönüp hemen bakın…
Göreceksiniz! Siz gamsızlık uykusundayken kimler hayatınızın sularına girivermiş…
Ya da size dokunmayan yılan bin yıl yaşasın değil mi, yaşasın peki, –o yaşadığı müddetçe en az bir kez dokunacak size, ne de olsa diş bilemiş bile…
Haydi, canım ninni…