Rüzgârda uçuşurken saçları, gülerdi, yüzünün tamamıyla.
Bahçedeki salıncakta sallanırken, şarkılar söylerdi mutlu mesut.
Okuldan dönüşlerinde gözlerinde ışıltılarla anlatırdı başardıklarını.
Belki başkaları dudak bükerdi, bu da başarı mı diye geçirebilirdi içinden ama olsun.
O, sınıfta elini kaldırıp da bir şeyler söyleyebildiğinde “doğru cevap verdin, aferin” dedi mi öğretmeni, ondan mutlusu yoktu.
Bir arkadaşı vardı gerçekten O’nu seven. Adı, Hatice.
Uyuyana dek Hatice’yi anlatırdı evde.
Hatice çantasını taşımış, sen yorulma ben taşırım demiş. Hatice onunla sohbetler etmiş.
Hatice O’nu dinlemiş, gülmüş, gülüşmüşler.
Hatice ile kendi aralarında “bir şeyler” konuşmuşlar. Neyse o “bir şeyler” onlar es geçilirdi.
Sonra…
Ne Hatice kaldı hayatında, ne okul.
İstemedi liseye gitmeyi. Eve hapsoldu.
Kırın ortasında bir ev, evin ortasında bir melek.
Salıncak vardı iyi ki, bir de teyp.
Kasetler vardı, CD’ler vardı.
Ah bir de annesinin verdiği kitaplar. Masal kitabından ansiklopedilere uzanan, kocaman bir
dolabı dolduran çeşit çeşit kitaplar.
Oyuncak rafında onlarca bebek ve bir dolu oyuncak da vardı ama hiç birine prim vermezdi.
Zira O’nun bebeklikten beri vazgeçemediği Emine’si vardı. Sökülen kolları defalarca dikilen, bez bir bebekti Emine.
Televizyon vardı bir de. Favori dizisi “Bez bebek”. Her nedense dizinin başrolündeki kıza değil de yılların eskitemediği Oya Aydoğan’a hayrandı.
Hayranlıktan öte bir sevgiyle bağlıydı.
Kırk yılın kırıldığı bir gün babası Haticelere götürdü O’nu. Aman Allah’ım ne mutluluktu.
Bahçede köpekler, evde bir kedi, bir de ara ara yem verdiği tavuklar vardı.
Eve misafirler de gelirdi çok çok ama Onunla anlaşacak kimseler gelmiyordu ki.
Bir ablası vardı uzaklarda. Yazları gelir bir hafta kalır dönerdi. Ablasına da aşkla bağlıydı.
Öyle bir aşk ki, ablası geldiğinde tıpkı uysal bir kedi gibi yanından ayrılmaz, abla tuvalete gitse, tuvalet kapısının önünde oturup çıkmasını bekler,
hatta şarkılar söylerdi.
Neden böyle yapıyorsun diye sorulduğunda ”Ablamın tuvalette canı sıkılmasın diye” derdi.
Sayfalarca mektuplar yazardı ablasına.
Okunmayan, saklanmayan mektuplar.
Abla koskocaman bir hastanede doktordu. Hastalara bakardı, O’na ayıracak zamanı olmazdı.
Olsa da onu kardeşten saymazdı.
Babası gerdanından öperdi, severdi O’nu. Bazen baba kız bahçede bir türkü eşliğinde halay çekerlerdi. Sanki bir ibadet yapıyormuşçasına büyük bir
ciddiyette çekerdi halayı.
Günler sonbaharı gösterdi, saatler ayrılığı.
Sonra ne bahçe kaldı, ne halay.
Ne baba kaldı, ne abla.
Arayıp sormaz oldular.
Meleği unuttular.
Uzunca bir zaman babasının bitmiş parfüm şişesini kokladı durdu.
“Babam kokuyor” dedi.
Doğum gününde aranmayı, kutlanmayı bekledi.
Ağladı, ağladı, ağladı.
“Babam telefon etmese bile cep telefonuma bir mesaj atamaz mıydı anne” diye sordu.
“Belki kontörü yoktur, belki uzaklardadır, telefonu çalışmıyordur kızım” dedi annesi.
Ben zihinsel özürlü olabilirim ama “salak” değilim dedi.
Bir daha koklamadı o şişeyi.
Ağlamasının üzerinden kocaman bir yıl geçti. Babası facebook üzerinden bir mesaj yolladı.
Her nasılsa bu sefer Meleğin doğum gününü kutluyordu.
Cevap dahi yazmadı.