Bir eliyle keçi sakalının ucunu burarak teşhisini açıkladı: “Karadeniz ikliminde portakal yetiştirmeye çalışmak bu...”
Dev bir portakal kostümü içinde bir kadın canlandı gözümde. Markette kabak seçen, çocukların sırtını lifleyen, damacananın dibindeki suyu ketıla deviren, dolmuşta bozukluk denkleştiren, gece el ayak çekilince pencereye kafasını dayayıp dalgın dalgın sigara tellendiren. Yer yer ezilmiş, pörsümüş...
“Seni uzun zamandır tanıyorum. İçinde bulunduğun iklimin insanı değilsin. Domestik bir karakterin yok senin. Kendini zorlamış, zorlamış ve nihayet keçileri kaçırmışsın.” diye devam etti elini sakalından çekerken. ...... Tamam, “keçileri kaçırmışsın” demedi. Söylediği, bunun psikiyatri dilindeki karşılığıydı:
“Majör Depresyon...”
Hira 2.5 yaşında yoktu Mina’yı doğurdum. Ve her yeni doğum yapmış kadın gibi ben de kendimi, insanların içeri parolayla alındığı bir lohusalık kampına aldım. Biri az daha büyük iki bebeyle bir süreliğine eve kapanacak ve düzen oturtmaya çalışacaktım. Her kadının yaptığı gibi... Bilmediğim şey, bu kapanma sürecinin çam sakızı gibi uzayacağı ve muadillerime göre beni bir hayli yıpratacağıydı...
İki bebekle, güneş almayan sevimsiz bir evde, tek başıma bir hayat yaşamaya başladım. Eşimle, çocuklardan fırsat kalırsa (ki genelde kalmıyordu) akşamları 1-2 saat görüşebiliyorduk. (Portala yazdığım ilk yazı olan Hurafe Teyze, o günlerden bir kesittir mesela...) Çalışma hayatıma, uzunca bir süre geri dönmemek üzere son vermiştim. Zira son dört yıldır çalıştığım kurumun başındaki sözde vicdanlı abiler; kadın çalışanlarının çaylarına ilaç katıp bayıltarak, topluca kısırlaştırmayı planlayabilecek kadar tepkiliydi bu üreme mevzuuna. Onların çocuklarını leylekler getirdiğindendir belki, bilemiyorum. Her hamilelik haberi idari kadroda yas havası yaratırdı. Öl daha iyi...
Derin bir nefes alıp, devletin, hamarat, çocuklarına misler gibi bakan, akşam tabildotunu vaktinde hazır eden, yemeyip yediren, içmeyip içiren, fedakar, cefakar, evli-barklı yurdum kadınlarına ücretsiz dağıttığı ve benim üzerime beş beden büyük gelen o dişi kuş kostümünü giydim. Bol gelen yerlerden çengelli iğneyle tutturup pekala idare edebilirdim...
Bu şekilde kaç ay geçti bilmiyorum. Her gün, bir öncekinden daha bezgin, daha isteksiz, daha tembel uyanır oldum güne. Ve bir sabah, içimde o dayanılmaz kaçma isteğini duyduğumda, oturup kendimi anlamaya çalışmak yerine kendimden nefret ettim. Nankördüm. Şükürsüzdüm. Şımarıktım. Yediğim önümde yemediğim arkamdaydı. Allahtan belamı mı istiyordum? Tez aklımı başıma devşirmeliydim. Her aynayla buluşmamda ters bakışlar attım karşımdaki kadına. Yetinmedim, pasağında boğulasıca o terbiyesizi; saçlarını taramayıp, epilasyonunu yaptırmayıp, her gün aynı kokuşuk kıyafetleri giydirerek cezalandırdım. Önündeki yemeğe omuz silken çocuklara Afrikalı açlardan bahsederek kıymet bilme dersi verilmesi gibi, ben de kendimi, çocuğu olmayan, olup da kaybetmiş, evsiz, yoksul, biçare kadınların dramıyla utandırmaya çalıştım.
Ama olmadı... İkinci çocuktan sonra bavulunu kaptığı gibi hayatımı terk eden biricik sevgilimin; “özgürlüğümün” hasreti cayır cayır yaktı ciğerimi... Mücadele etmeye çalıştım. Halim selim, ocağının başında mutlu mutlu çorba karıştıran, hayatını evine ve çocuklarına adamış, tirendez bir kadına dönüşebilmek için içtenlikle çabaladım. Deterjanları dolap diplerinden çıkarıp görünür yerlere koydum. Çocuklar dahil, evdeki her şeyin tozunu almaya başladım, aylardır kavanoz hapsinde tuttuğum türlü baharat ve hububatı kokularından tanımaya çalışarak, üzerlerinde bir takım deneyler (yemek pişirmek?) yaptım... Kendimi o boş, ıssız evde öyle canla başla kime beğendirmeye çalıştım bilmiyorum. Sanki evin her köşesinde gizli kameralar vardı ve 7-24 izleniyordum. En küçük bir firede polisler kapıya dayanacak, “kadın olmanın gereklerini yerine getirmemek” suçundan içeri yaka paça tıkıvereceklerdi. Öyle ya, yazılı olmayan anayasamızın 178666492. maddesi gereğince; anne olmuş kişi bunalıma giremez, kendini dağıtamaz, sorumluluklarını aksatamazdı. Hele hele özgürlüğünü özlemek, mübarek Türk anasına asla ve kat’a yakışmazdı. O ki, günlerce aç susuz yaşayabilmeli, icabında geberip hortlayana kadar uykusuz kalabilmeliydi. Hatta geliştirdiğim komplo teorisine göre; mit’e ajanlık yapan kuaförler vardı. Saçını evi ve ailesi için süpürge etmediğini tespit ettikleri kadınları ihbar ediyor, toplumun dirlik, düzen ve hijyenini tehdit eden bu kadınlar evlerinden toplanıp yer altına inşa edilmiş ıslah evlerine gönderiliyordu...
İşte benim gibi hippiden bozma bir ev kadınının böyle bir anlayışın hüküm sürdüğü bir dünyada kabul görmesi olanaksızdı. Bir an gaflete düşüp, bebelerime duyduğum derin aşkla, ayaklarıma birer pranga oldukları hissinin kıyasıya kavgasını, evimi temiz ve düzenli tutmak için parmağımı nasıl da kımıldatmadığımı ulu orta anlatmaya kalksam, kızgın demirle dağlanıp, ibreti(dişi)alem için damgalanabilirdim. Şansım varsa tabii. Zira aramızda yaşayan bazı hemcins sivillerin, kim bilir kaç anarşist kadının kanıyla ıslanmış merdaneleriyle beni incecik açıp, 180 derecede üstüm kızarana kadar pişmeye mahkum etmeleri de gayet olasıydı... Ne yapıp edip, özgürlük, özel hayat vs. gibi kafir arzuları bastırmalıydım. Yüzümü memnun bir ifadede sabitleyip, dudağımın kenarından sızan kırmızı şeyi soranlara kızılcık şerbeti kürünün kabızlığa birebir olduğunu söyledim. İyi oyuncuydum vesselam.
Bir eliyle burun kökünü ovalayarak, düşünceli ve ciddi bir edayla yazdı reçetemi. Neden bilmem, heyecanlandım. Bir büyücünün elinden ışıltılar saçan kıymetli bir iksir şişesi alır gibi, sevinçle uzandım küçük beyaz kağıda. O biçimsiz karalamalar üzerinde parmaklarımı gezdirdim. Her şey iyi olacaktı. Kendimi önemsememin, özgürlüğüme özlem duymamın, ev işlerini sevmememin, zaman zaman çocuklarımdan bunalmamın, beni daha az anne, daha az kadın yapmadığını idrak ettim. Başta dişi kuş kostümüm olmak üzere, dolabıma istiflediğim ne kadar kadın üniforması varsa parçalayıp anneanneme taharet bezi yaptım. Ben buydum. Renklerim de bana özgüydü, kadınlığım da, anneliğim de, ev hanımlığım da. İşin doğrusu, ben zaten “hanım” falan da değildim...
Muayenehaneden çıktığımda “portakal, serotonin, iklim, antidepresan, özgürlük, tedavi” gibi bir araba dolusu birbiriyle alakasız kelime kafamda dönüp duruyordu. Çantamdan reçeteyi çıkardım. Sabah tok karnına şu, gece yatmadan önce bu, sabah akşam da na şu öbürü. Talihsiz turunçgilimize suni Akdeniz iklimi yaratılacaktı. Gülümsedim. Geçmişler olsundu...
(Bunca zamandır neden ortalarda görünmediğimin; tatsız detayları ayıklanmış, kırpılıp kuşa döndürülmüş hikâyesini okudun sevgili tahterevalli okuru. Ben de seni gördüğüme sevindim...)
https://twitter.com/#!/kanaviche