İşte karşısındaydı. Siyahımsı kısa saçlarıyla, simsiyah, karanlık gözleriyle ve hafif tebessümüyle onu bekliyordu.
Sanki rüya görüyordu.
Titreyen ayaklarıyla, yerinden uçacakmış gibi çırpınan kalbi ile nasıl inecekti arabadan? Düşünceleri kaybolmuş, aklı uyuşmuş, nefesi geri kaçmıştı sanki.
Bu gerçek olabilir miydi ki?
O kadar çok beklemişti ki bu anı, “O” an gerçekten gerçekleşmesine inanamıyordu.
Seneler önce aşık olmak istediği adam şu an karşısında duruyordu. Hep bir yerlerde olduğunu bildiği bu adam; kocaman bir geçmişte değil, uçsuz bucaksız bir gelecekte mevcut olmuştu. Gariptir ki, esasında geçmişinden gelen en tanıdık şey yine oydu.
Bir an gözlerini kapattı ve son kez olan biteni içinde tamamlayıp, tüm yalan yanlış yaşanmışlıkları avuçlarının arasına yükleyip, gökyüzüne doğru üfledi. Hiçbir hatırayı, hiçbir ayrıntıyı ardında bırakmadan.
Sevdiği adama doğru döndü. Yüzündeki tebessüm hala çok davetkardı.
“Beni çok sev” demişti ona, “Sadece çok sev ve elimi sakın bırakma, yoksa başaramam” diye vurgulamıştı.
Ve anlamıştı ki, bu kelimelerin hiçbirine gerek yoktu, çünkü haddinden çok seven zaten oydu, yakındaki uzak olmasının sebebi de biraz buydu.
Son bir kez daha derin bir nefes aldı ve kıpkırmızı elbisesiyle, siyah ince topuklu ayakkabılarıyla arabadan yeni hayatına, tertemiz sayfalara, kaderin ona yazmasına izin verdiği hikayeye doğru ilk adımını attı.
Ne güçlü ve esas bir duruşu vardı.
Yaklaştı, yaklaştıkça daha da derinleşti sevdiği adamın gözleri.
Heyecandan düşebilirdi.
Yine tam düşeceğini sandığı anda, iki güvenilir el onu sımsıkı tuttu, kendine çekti ve hiç bırakmıyacakmış gibi sardı, kulağına ise sessiz sedasız hayatında duyduğu en güzel cümleyi fısıldadı;
“Bana hoşgeldin sevdiğim”