Şu hayatta cinlerimi tepeme çıkartıp davul zurna eşliğinde halay çektiren birkaç insan modeli var. Ama sanırım, içlerinde beni en çok sinirlendiren, en çok tahrik eden, bayramlık ağzımın ardına kadar açılmasına müsebbip gösterebileceğim model; “gücünü parasından alan, şımarık, kibirli insan modeli” sevgili okur...
Tarih: 3-5 hafta öncesi... Yer: Özel falanca hastanesi...
Bacaklarımı uzatmış, kulağımda kulaklık, dilimde; damağımda erite erite yemekte olduğum çikolatamın tarifsiz nefaseti; bir yandan Michael Jackson dinleyip, bir yandan sükûnet içinde sıramın gelmesini bekliyorum. Fazla kalabalık değil. Benim dışımda, farklı hekimler için sırada bekleyen 5-6 hasta daha var...
Nedendir bilmem; son derece sabırsız tabiatlı biri olmama rağmen, söz konusu mekânlar; hastaneler, klinikler, muayenehaneler falan olunca içime bir budist rahip kaçmışcasına sakin birine dönüşüyorum. Bıraksalar saatlerce bekleyeceğim ve gıkım çıkmayacak. Korktuğum şeyin başıma gelmesinin geciktirilmesinde bir sakınca görmediğimden olabilir mi acaba? Bence olabilir. Zira benim için istisnasız her hastane ziyareti; doktorun bana; ellerini kavuşturup kederle çenesine yaslayarak, kaç günlük ömrüm kaldığını söylediği, ardından benim hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığım, ağlarken bayıldığım ve iki iri kıyım hasta bakıcının beni kollarımdan tutup psikiyatri servisine sürükledikleri şeklinde neticelenmesini beklediğim potansiyel birer dram... Evet psikolojik sorunlarım var. Daha samimi bir deyişle “deliyim”. Ama hani ne derler? Zararı kendine olan cinsten...
Bir de, iç huzursuzluğunu, tatminsizliklerini, komplekslerini, patlamaya hazır irinli bir sivilce gibi üzerinde taşıyan birtakım insanlar var. Yanlışlıkla dokunduğunuzda, tesadüfen konuştuğunuzda, kazara bakıştığınızda plofff diye patlayıp, yüzünüze gözünüze sıçrayan, ellerinize bulaşan, gözeneklerinizden içeri nüfuz edip dolaşım sisteminize geçerek bir süre hasta hissetmenize neden olan insanlar...
Michael Jackson, “kötüyüm de kötüyüm!” (Bad) diye çığlıklar atarak östaki borum dolaylarında tepine tepine dans ediyordu ki, önümden bir çift topuklu kırmızı çizme geçti. Önüne çıkanı dümdüz etmek istercesine, saatte 200 km hızla... Yine o esnada, karşımdaki bankonun arkasında sadece gözlerini görebildiğim hostes kızın bana kafasını sallayarak bir şeyler söylemeye çalıştığını fark ettim. Emin olmaya çalıştığım o birkaç saniye süresince gayet boş ve anlamsız bakmış olmalıyım ki, kız elini kaldırıp kibarca “böyle gelin” işareti yaptı. Sol kulaklığımı hızlıca çıkarıp, “ben mi?” anlamında elimle kendimi işaret ettim. Kız gülerek kafasını sallayınca eşyalarımı kucakladığım gibi soluğu bankoda aldım...
Kimlik ibrazı, sigorta sorgulama vb. işlemlerin yapılmasını beklerken sol kulaklığımı tekrar takıp son ses Michael’ımı dinlemeye devam ettim. “Patakla onu!” (Beat it) başlamıştı...
“cas biideeeeeed! biiideeeed!” diye, belli belirsiz gerdan hareketleriyle sessizce bağırıyordum ki, o da ne? Az önce gördüğüm kırmızı çizmeler acı bir frenle yanımdaki boşluğa girip park ettiler..!
Direksiyondaki kişiyi merak etmiştim. Aşağıdan yukarıya doğru hızlıca süzdüm... Buz mavisi bir kotla sıkıca paketlenmiş (parlak taşlarla bir yanağına D, diğer yanağına G harfleri işlenmiş) azametli bir poponun üzerinde yükselen, uzun sarı bir at kuyruğunun kısmen örttüğü lame desenli dimdik, ışıltılı bir gövde... Yüzünü tam göremiyordum ama el kol hareketlerinden sinirli olduğunu anladım. Ve, şeytan mı dürttü nedir artık, sol kulaklığı usulca kulağımdan çıkarıp, dinlemeye başladım...
Karşısındaki ince yüzlü, ince sesli, gencecik hostes kız tüm kibarlığıyla izah etmeye çalışıyordu:
- Doğrudur efendim, kaydınız ve bilgileriniz mevcuttur. Fakat yeniden güncelleme yapmak durumundayım. Sadece teyit amaçlı soruyorum, ric...
- Ne demek yeniden! Ne kadar gereksiz bi işlem! Lüzumsuz yere vaktimi alıyorsunuz! Niye bir kez daha vermek zorunda kaliim telefonumu, teecee numaramı canım, hayret bişii!
- Efendim, sadece bir dakikalık bir güncellem...
Anlaşılan isminin ve soyadının baş harflerini(!) poposuna işletmiş olan bu hanımefendiler hanımefendisi; bu, kaybedecek bir dakikası bile olamayacak kadar meşgul, möhim zat, kendisi ile ilgili birkaç küçük bilgiyi yeniden söylemek konusunda arıza çıkarıyordu. Dahası, söylemezse işlerin uzayacağını, büyüyeceğini biliyor ve açıkça bunun olmasına çalışıyordu. İşin kötüsü, karşısındaki kız tüm nezaketiyle aklı başında yanıtlar vermeyi sürdürdükçe daha da hırçınlaşıyor, kızcağızın gururunu incitebilecek en dikenli sözcükleri, onuruna dokunacak en aşağılayıcı üslubu tutturmaya uğraşıyordu...
Kız sabırla, sesinin tonunu dahi değiştirmeden açıklama yapmaya çalışadursun, tahrik edememiş olmanın verdiği öfkeyle olayı bambaşka bir boyuta taşımak için harekete geçti kadın:
-Konuşma tarzınızı hiç beğenmedim! Başhekimle görüşçem bu konuyu!
Kızın gözleri buğulandı, yanakları pembeleşti. Bir şey diyecek gibi oldu, sustu...
-Ben de sizin konuşma tarzınızı hiç beğenmedim. N’olcak şimdi??!
diye; damdan düşer gibi dahil oldum konuşmaya. Kadın bir hışım başını çevirip sesin sahibi olan yüzü aradı. Göz göze geldik. Amanınnn! Kaşları kusursuz bir V biçiminde şakaklarına doğru uzanan kadın tek kelimeyle “korkunçtu”. Bana, o an ismini çıkaramadığım bir bilim kurgu filmi karakterini çağrıştırdı. Dirseğim bankoya dayalı, istifimi bozmadan devam ettim,
-Beraber çıkalım başhekime. Benim de söyleyeceklerim var kendisine...
-Siz ne cüretle bu özel konuşmaya dahil oluyorsunuz! diye fırçayı bastı kadın. Gözüm saçlarına takıldı. O uzun kuyruğu kaç tur bileğime dolayabileceğimi hesaplamaya çalıştım. Durmadan konuşuyordu... Durmadan... Sivilce patlamış irin saçıyordu. Saçsındı. Zira aynı konumda olmanın verdiği rahatlık paha biçilmezdi... Yüzümde “Yalova Kaymakamı’ndan” beter hissettirecek alaycı bir ifadeyle öylece dinledim kadını... Delirdi. Delirdi!
Ve sonunda, sinirden titreyen bir ses, sürçüp duran bir dille gerekli bilgileri verip (vakti olmadığı için işi daha fazla uzatamıyormuş, yoksa bilirmiş yapacağını! yersek...) işlemlerini halletti ve *iktir olup gitti. (tabiri caizmiş, ben sordum hocaya.)
Siz siz olun; küçük dağları ben yarattım, tepeleri kızım, ovaları kocam, nehirleri oğlum edasıyla sağda solda salınan, etraflarındaki çalışanlara, hizmetlilere, garsonlara, hosteslere, hemşirelere, kasiyerlere, şoförlere, artık hizmet veren taraf her ne ise; sözleriyle, bakışlarıyla, davranışlarıyla zulmeden, haksızca itip kakan bu şımarık insan müsveddelerine hadlerini bildirin. Alacağınız dua öyle içten, öyle büyük olacaktır ki...
Kendi işlemlerimi hallettim. Muayene oldum. Ölmeyeceğimi öğrendim. (Domuz gibiymişim maşallah.) Sevinç içinde ikişer üçer hastane merdivenlerini iniyordum ki, hatırladım:
- Tabii yaa; Mistır Spak...